RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Heroes

@nushirevan twitter adresinden alıntıdır:

bir dönem ''heroes'' diziyle sarsıldık. tamam x-men' i filan biliyoduk ama o bizim için çok fantastikti. heroes daha bi hayattandı sanki.. özel güçleri olan insanların psikolojisi, aile ve sosyal hayatları üzerine ağırlık veriliyordu. bir uçma kaçma için bütün bir bölüm fedaydı. hatta bir bölümde Sylar ile Petrelli güçlerinin zirvesinde bi kapışmışlardı ki heyecandan tırnaklarımla beraber el bileğime kadar kemirdiğimi bilirim.. Sylar ve Petrelli' ye sonra gelijem az bekle. önce heroes' un farkından söz etmeye devam edelim. x-men' de güçler savaşı vardır. dışın dışın fiyüüüv!

onun x gücü vardır bunun y gücü vardır, kapışırlar.. iyi olan kazanır. olay budur x-men' de.. ama heroes öyle değildir. güçler, kişiler önemli değildir. izleyici ilk defa hero ile villain arasında bir denge tutmuştur. hem kötünün hem iyinin taraftarı vardır.. bu reaksiyon daha önceki hiçbir fantastik öğede bu denli işlenmez. en fazla -rahmetlik- joker' in batman' la kapışmasında görmüşüzdür biraz. süperman' e karşı lex luthor' u hiç tutmuş bir izleyici duymadım hiç. veya mario yerine dikenli canavarı, angry birds'de domuz taraftarı yoktur değil mi? ama heroes' ta süper güçlerle donatılmış, gelmiş geçmiş en manyak seri katil Sylar taraftarları, iyi çocuk Peter Petrelli taraftarı kadardır. bunun sebebi bu hero' ların psikolojisinin seyirciye iyi yansıtılmış olması. her karakterin toplumun farklı kesimlerini temsil ediyor oluşu. burada bunları konuşacağız..

hayatımızda nasıl hiro nakamura' lar görebiliyorsak, savunmasız Claire Bennet gibi, iki yüzlü siyasetçi Nathan Petrelli gibiler hep oldu.. hiro nakamura' nın ''yatta!'' deyişindeki saflık, yediği cipsten bedava çıkan çocukla aynıdır. biliyoruzdur o duyguyu, beraber seviniriz.. Peter ile Nathan arasındaki kardeşlik etkileyicidir. Ajan Bennet ile Clarie arasındaki baba-kız ilişkisi tanıdıktır. keza Mohinder' ın hırsı...

Sylar' ın ''neyin nasıl çalıştığına'' dair varolan gücü, onu bitmek tükenmek bilmeyen hırsıyla bir seri katil rolüne dönüştürdü. kabiliyetleri olanların kabiliyetini keşfedip bunu kendine alma histerik bir psikolojiye dönüştü. hem pişman hem zevk alan bir katil doğdu.. telekinezi ile başlayan av, onu inanılmaz güçlere kavuşturdu ama bu güçler onu daha sonra birçok şeye dönüştürecekti..

Peter Petrelli, kahraman olmak isteyen sıradan bir ambulans memuruydu.. belirli bir menzil içerisinde diğerlerinden güçlerini kopyalıyordu.. bu güçleri aldığı kişilerden bağımsız olarak da kullanabiliyordu. yani ''iyi tarafın'' süperman' iydi başka bir deyimle.. çünkü gücünün sınırı diğer güçlere olan yakınlığı kadardı.. ne kadar çok kişiyle görüşürse o kadar güçlü olacaktı. zamanla müthiş olurdu.. Sylar' ın da böyle bir potansiyeli vardı ama bu güçlere erişmek için, Peter' in aksine güçleri olanların beyinlerini açmak zorundaydı..

bu özellikler, birini doğuştan kahraman, diğerini doğuştan kötü adam yapıyordu. radyoaktivite ve hücre yenilenmesi (ölümsüzlük) güçlerine kavuşma çabaları ilk sezonun bize gösterdikleriydi.. peter vs. sylar kapışmasını bugün yayınlayın, reytingi tavan yaptırır, muhteşem yüzyıla, pis yediliye el öptürür.. ne diyonuz..

peki seyirci bunları izlerken aslında ''messiah'' ve ''satan'' yani mesih ve şeytan metaforları izlediğinin ne kadar farkındaydı acaba? birisi gücünü dünyaya hakim kılmak ve en güçlü olmak isterken, diğeri ahir zamanda dünyayı kurtarma peşinde.. ve dikkat edin, şeytan; yani sylar dizinin sonunda cennetten kovulmadan önceki haline döner ve isyan bayrağını indirir. mahşer günü gibi.. yine dizideki kurtarıcımız mesih; yani peter petrelli, insanlığı (new york halkı olarak temsil edilir) kurtarmak için... tıpkı isa gibi kendini feda etmiştir. nükleer patlamasını atmosferin dışında tamamlar. yani inanılmaz bir ışıkla, göğe yükselir..

mohinder suresh, insanoğlunun bilime tapma düzeyindeki inancını simgeler. tanrı yerine yaratıcı rolü onu bir hilkat garibesine dönüştürür..

clarie, insanlığın umududur. ne kadar yansa da küllerinden doğar, kırılsa da düzelir, parçalansa birleşir, ölse hayat bulur. umut bitmez..

Ajan Bennet, hükümeti temsil eder. koruma, sahip olma ve yönetme içgüdüsü başını belaya sokar. bu yüzden çoğu zaman hedef tahtasındadır.

kör ressam isaac mendez, toplumdaki aydın kesimin metaforudur. felaketleri önceden görebilir, tahlil edebilir. ancak bu, onu öldürebilir..

hiro nakamura çocuksu yanımızın yansımasıdır. zaman ve mekanı bükebilme özelliği, bizdeki hayal gücünün temsilidir. bir çocuk yemek yerken, hayal dünyasında uzay savaşları yapıyor olabilir.. zaman mevhumu çocuklar için daha değişiktir. zaman mekan metaforudur.

Matt Parkman medya gücünü simgeler. görünenin ardında size istediklerini yaptırabilme, zihin manipülasyonuna sahiptir. farkında olmazsınız..

Micah Sanders, hani şu küçük zenci çocuk, dehayı simgeler.. 
kimin eline geçerse, kendine kullanacaktır. tıpkı dinamitin mucidi alfred nobel gibi..

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Fani

FANİ


Sarı Hoca vaaz kürsüsüne çıktığında cemaatin her biriyle göz göze gelmek için özel bir çaba sarf ediyordu. Her birinin gözünün içine bakıyor dikkatlerin kendi üzerinde toplanmasını sağlamaya çalışıyordu. Cemaate baktığında tanıdık yüzlerin yine tanıdık ifadelerini gördü. Kimisi etrafındakilerle konuşuyor, kimisi “nasılsa daha vakit gelmedi” dercesine kireç boyalı duvara yaslanmış uyukluyordu.

Her Cuma, cami bu insanlarla ancak doluyordu . Pek vaaz dinledikleri söylenemezdi ama yine de buradaydılar işte. Bu camiye geleli belki bir ay olmuştu. Vaaz dinleyenlerin ilgisizliği geldi geleli Sarı Hoca’ya da dert olmuştu. Bir keresinde birisine bu ilgisizliğin nedenini sorduğunda:

-Anlamıyor bu millet hocam; anlayacağı dilden anlatacaksın bunlara, demişti.

İşte şimdi bunu deneyebilirdi. Ellerini kürsüye dayayıp hafifçe doğruldu:

-Aziz cemaat. şimdi sizlere bir hikaye anlatacağım. İçerisindeki ibretleri sizlere soracağım. İyi dinleyin !

Cemaatte bir kıpırdanma oldu. Yavaş yavaş homurdanmalar da başladı. Aradan çatlak bir ses:

-Hocam bırak şimdi hikayeyi. Vaazını ver sen, işimize gücümüze bakalım. Bir başkası:-Evet hocam, eşimiz dostumuz bekler; hikayenin sırası mı şimdi?

Sarı Hoca hiç istifini bozmadan anlatmaya başladı:

-Bundan asırlar önce Bağdat Valisi aynı zamanda kadısı, şehrin gelir gider işlerine bakacak, şehirde düzeni sağlayacak, belediye hizmetlerini görecek, her işini adalet üzerine yapacak ve Allah’ın rızasını gözetecek bir yönetici aradığını söylemiş. Valinin etrafındaki insanlar bir araştırma yaptıktan sonra Fani adında çok iyi bir insanın bu için biçilmiş kaftan olduğunu söylemişler. Valinin isteği üzerine bu Fani denen adamı huzura çağırmışlar.

Cemaat artık ister istemez kendini hikayenin akışına kaptırmıştı. Köşede uyuklayan yaşlı amca bile uyanmış etrafındakilere ‘Fahri mi?’ diye soruyordu. Etrafındakiler ise “Fani amca Fani”, diyordu. Dikkatlerin yeniden kendi üzerinde toplandığını fark eden Sarı Hoca anlatmaya devam etti:

-Kadı efendi bu Fani denen adamın, hakikaten çok iyi bir insan olduğuna karar vermiş. Fani’ye iş teklifini yapmış, peygamberimizin “ en hayırlı insanın, insanlara faydalı olan kişi olduğu” hakkındaki hadisini hatırlatmış. Fani bu işe “evet” demiş ama bir şeyi söylemeyi de unutmuş. Meğer bizim Fani, okuma-yazma bilmiyormuş. Vali’nin ise en çok önem verdiği şey gelir-gider hesabı imiş. Fani, “ben işimi doğru yaptıktan sonra fark etmez” demiş kendi kendine. Derken bizim Fani, koskoca Bağdat şehrine yönetici olmuş.

Aradan yıllar.. yıllar geçmiş. Fani koskoca şehirde düzeni tek başına sağlamış. Her işi en güzel haliyle yapmış. Para gerektiğinde vali veya kadı efendi ona sınırsız bir hazine sunuyormuş. Fani de milletin ihtiyacını bu kaynaktan karşılıyormuş. Her şeyden memnun olan vali, gün gelip de Fani’den hesap defterini isteyince, Fani’nin eli ayağı buz kesmiş. Hiç müsriflik etmemiş ama bunu valiye nasıl ispatlayacak ?


Sarı Hoca son cümlesini cemaate doğru elini uzatarak sorunca, insanlardan ‘Allah Allaaah’, ‘Bak sen şu işe’, ‘Eh be Fani’ diye sesler yükseldi. Sarı Hoca elini sessiz olun manasında kaldırdı. Sükunet sağlandığında devam etti:

-Fani hesap defteri tutmadığı için Kadı’nın karşısına çıkmadan önce kendisine yardımcı olabilecek birilerinin olup olmadığını düşünmüş. Aklına üç arkadaşı gelmiş. Onlardan yardım isteyebileceğini ummuş.

Bu üç arkadaşından birisini çok çok çok seviyor. Birisini çok seviyor, diğerini de sever gibi oluyormuş. En çok sevdiği arkadaşını her gün görmek istermiş. Onu bir gün görmese dünyası kararır, hasta olurmuş. Onsuz hiç yapamazmış.

İkincisini haftada, ayda bir görse yetermiş.

Üçüncüsünü yılda bir iki defa görse iyi olur ama, o kadar da önemli değilmiş.

-En çok sevdiğim arkadaşıma gideyim, demiş. En çok sevdiği arkadaşının yanına gidip:

-Dostum başımda böyle bir iş var, bana nasıl yardımcı olursun? diye derdini anlatınca, arkadaşı:

-Vallahi Fani.. Biliyorsun seni çok severim. Sen de beni çok seversin .Hatta herkes beni çok sever .Sözüm her yerde geçer. Lakin o Kadı’nın mahkemesinde sözüm hiç geçmez. O bakımdan sana yardımcı olmam mümkün değil, demiş.

Fani, aldığı bu beklenmeyen cevap karşısında iyice kahrolmuş. Hayalleri yıkılmış bir şekilde oradan ayrılmış. Son bir umutla;

- En çok sevdiğim arkadaşım yardım edemiyor. Bari şu ikinci derecede sevdiğim dostuma gideyim, belki ondan bir yardım görebilirim, demiş. Gidip ona da derdini anlatınca, arkadaşı, yarım ağızla, yarım gönülle:

-Eh, hadi bakalım, seninle beraber gidelim bari, demiş.

Mahkeme kapısına yaklaştıkça iyice telaşlanmaya başlamış Fani.

-Ya bu arkadaşım da yardım etmezse, diyormuş kendi kendine.


Cuma cemaatinin yüzlerinde rahatlama ifadelerini gören Sarı Hoca, amacına ulaştığını anlamıştı. Artık herkes pür dikkat Hocanın ağzına bakıyordu. Hoca devam etti:

Fani, kendisi ile birlikte mahkemeye giden bir arkadaşı olduğuna çok sevinmiş. Mahkeme kapısından içeri rahat girmiş. Ancak arkasına dönüp bir bakmış ki ne görsün? İkinci derecede sevdiği arkadaşı mahkeme kapısını Fani’nin üzerine kapatıp onu Kadı efendi ile baş başa bırakmış, ortadan kaybolmuş. Fani onun da kendisini yalnız bırakmasına çok üzülmüş. Bir bakmış ki Kadı efendinin üzerinde adalet kılıcı bütün haşmetiyle asılı duruyor ve kadı efendi hışımla onu bekliyor. Fani’nin dünyası kararmış. Bir an felaket bulutlarının tepesine çöktüğünü düşünmüş. Herkes tarafından sevilen ve yaptığı işleriyle mutlu olan Fani, bu işin sonunda idam edilmek veya en azından zindanları boylamak korkusu ve üzüntüsünden yıkılacak gibi olmuş. Kadı efendi sordukça Fani’nin korkusu ve kabusu artıyormuş.

-Hadi bakalım Fani! Çıkar şu gelir-gider hesabını, defterini” demiş Kadı.

Fani söyleyecek söz bulamamış. Öylece kalakalmış. Derken hiç beklenmedik bir şey olmuş. Mahkeme kapısı aniden açılmış ve içeri üçüncü derecede sevdiği arkadaşı girmiş.

-Bir dakika Kadı Efendi..‘ demiş. Fani şaşkın şaşkın bakarken arkadaşı elinde tuttuğu kalın bir defteri Kadı’ya uzatmış.’Buyur Kadı Efendi. Fani’nin hesap defteri budur. O bilmez ama ben onu çok sevdiğim için, onun hesap defterini tutmuştum. İşte tüm gelir-gider bu defterin içindedir’ demiş”

Fani şaşkınlıkla seyrederken, Kadı defteri bir güzel incelemiş. Fani’ye dönüp:

-Çok güzel Fani. Kurtuldun, demiş. Böylelikle de bizim Fani kurtulmuuuuş!


Sarı Hoca bunları söyledikten sonra elleri iki yana açılmış halde öylece kaldı. Hoca cemaate, cemaat Hoca’ya bakıyordu.

Sarı Hoca arkasına yaslanırken hafifçe gülümseyerek:-Eeee aziz cemaat. Nasıl? Hikayemi beğendiniz mi” dedi. Cemaatin arasından;

-İyi de hocam, sen hikayenin başında bir ibretten bahsettiydin? Biz bişey anlamadık. Bu nasıl hikaye? Hem bu Fani’yi niye anlattın ki şimdi? diyen, vaaz başlamadan önce homurdananlardan birisiydi.

Sarı Hoca içten gülümsemesiyle cemaate seslendi:-Ey cemaat. Hepimiz birer Fani değil miyiz? Bu dünyada yaptığımız işlerin hesabı bir gün bir mahkemede sorulmayacak mı? Bizler Fani’yiz.

Temsilde hata olmasın, sayın ki o mahkemenin kadısı, büyük ilahi mahkemenin yegane hakimi Cenab-ı Hak’tır. Bizim üç arkadaşımız var. Birisini en çok seviyoruz.. Bir gün görmesek içimiz rahat etmiyor. Ve o en çok sevdiğimiz arkadaşımızın bize o mahkeme gününde hiçbir faydası yok. Kimdir bu? Malımız, mülkümüz, paramız, imkanlarımız. Onlar, büyük ahiret mahkemesinde bize fayda vermezler. İşimize yaramazlar.

İkinci derecede sevdiğimiz arkadaşımız da var. Onu da haftada, ayda bir görsek yetiyor. Fakat o da bizi mahkeme kapısına kadar götürüyor. İçeri giremiyor. Bu kimdir?Eşimiz,dostumuz, akrabamız.Onlar da bizi ancak kabre kadar götürürler. Üstümüze toprağı kapatıp bir an önce evine işine dönerler. Oradan sonra onlar da yok.

Ancak mahkeme kapısından içeri giren, senede bir iki defa karşılaştığımız ve bize :-Ne o Fani? Selam vermesek bizi görmeyeceksin. Ne bu dalgınlık ? diye ilgisiz kaldığımız o dostumuz kim?

Bir süre cemaatten ses çıkmadı. Bunun üzerine Sarı Hoca son düğümü de çözdü:-Üçüncü arkadaşımız ise mahkemede bizi kurtaracak olandı.

Bu ise ; bu dünyadaki iyi amellerimiz, Kiramen katipleri. Sevaplarımızı ve günahlarımızı yazan melekler. İyi amellerimizi Mahkeme-i Kübra’da bir defter halinde getirecek olurlarsa ebedi pişmanlık ve azaptan kurtuluruz inşallah!

Cemaatin yüzünde heyecanla karışık bir sevinme ve hayret ifadeleri görülüyordu. Sarı Hoca bu sefer etkili bir vaaz yaptığına inanmıştı. Derken müezzinin ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ sesi duyuldu. Hoca “fatiha” çekerek doğruldu ve:

-Hadi bakalım, vakit geldi ey cemaat. Şimdi hesap defterini tutma zamanıdır, dedi.

Kaynak: anonim
Duzenleme: Omer Faruk Yildiz

koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan