RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

6 Aralık 2014 Cumartesi

''Haalis!.. Kelebeleriz!..''


''haalis, kelebeleriz, önümüze geleni tekmeleriz''


Üçlü beşli ilkokul öğrencileri kol kola girer, bacakları ileri doğru savurur, tekerlemede zikredildiği üzere önümüze gelene tekme atardık. Ne kadar zorbaca görünse de, benim için öğretici bir yanı vardı: ''birlikten kuvvet doğar''ı böyle öğrenmiştim.

Ancak o zamanlar ''kelebelemek'' kelimesinin ne manaya geldiğini bilmeden savuruyorduk tekmeleri..

Öyle ya? Sadece fonetik olsun diye mi söylüyorduk?

Yıllar sonra zaman bize öğretti ki ''halis kelebeleriz'' diye söylenen şey, aslında ''halis talebeleriz'' in ilkokul öğrencileri tarafından yanlış anlaşılmasından ibaretti. Kimbilir tekme olayı da aslında kolkola giren halis talebelerin beraber okula gitmeleri ve kaytarana da tekme savurmalarından ibaretti.. 

Yanlışlıklar sanki varoluşumuzdan beri devam ediyordu. Eğitim-öğretim benden çok daha önce de böyleydi.. Benden sonra da böyle oldu..  Sistemimiz, ''halis talebe'' olmamızı engelleyen çok şey yaptı.

Osmanlıca açılımı da ‘’halis talebe süzgeci’’ gibi geliyor bana..

Atasının dilini öğretmek istiyor birisi.. Ötekisi ‘’neden öğrenmek zorundayım?’’ diye diretiyor..

Birisi ‘’seçmeli’’ olsun derken, beriki ‘’zorunlu’’ kalmasını savunuyor.

Kemalist zaten ‘’Atatürk devrimlerini hedef alıyorlar’’ diyor..

Laikler ‘’irtica!’’ diyor..

Neo-Osmanlıcılar ‘’dedemin mezarı’’ diyor..

Dil özgürlüğünü savunan kürt siyasi hareketi bile ‘’emperyal Osmanlı’’ diye karşı çıkıyor..

Milliyetçi siyaset de ‘’Osmanlıca Türkçe değil’’ diyerek sol kulağını sağ eliyle göstermeye kalkıyor..

Biri de çıkıp demiyor ki ‘’aga bizim dilimiz neden değişti?’’

Dünyanın en köklü milletlerine bakın 3000-5000 yıllık dillere sahipler.. Türkiye ‘nin yaşadığı buhranları misliyle yaşayan devletler, dillerini unutmadılar.. Biz ise ‘’okuma yazma oranları’’na takılıp kaldık..

Bir araştırma sonucunu vereyim:

ABD 71.681 
Almanya 70.400 
Japonya 44.224 
İtalya 31.762 
Fransa 30.193 
S. Arabistan 13.579 
Türkiye 7.260... 

Bu rakamlar nedir biliyor musunuz? 

İlköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı.

Araştırmayı yapan: Ankara üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi.

İlkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor.

Aynı yaştaki bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime.

Biz büyükler de Amreika'nın edebiyatını, bilimini, tekniğini kıskanıyoruz. 

‘’Adamlar yapmış abi’’ diye..

''Bir  millete yapılacak en büyük kötülük, onun diliyle oynamaktır.'' diyor Goethe..

Sözün doğruluğundaki dehşete bakın ki, onu türkçeye çevirince: 

‘'Adamın kucağına oturup diliyle oynamak’’ gibi bir anlam çıkıyor.

Bir örnek daha:

Necip Fazıl diyor ki: 

-Bu işin saikini, amilini, illetini bir müessire bağlayamamamın sebebi nedir? 

Şimdi bunu Türkiye Türkçesi ile yazalım: 

-Bu işin nedenini, nedenini, nedenini bir nedene bağlayamamamın nedeni nedir?

Görüyorsunuz ya.. Halis talebe olmak da sizin elinizde.. Kelebelemek de..

***


"Kendi alfabesini değiştiren hiçbir millet yok, olmayacak da. Öyleyse bu çılgınlığın sebebi ne?"  
Cemil Meriç


10 Kasım 2014 Pazartesi

Üç Sağır Bir Dilsiz

Vaktiyle fakir bir keçi çobanı varmış. Hergün keçileri, otlamaları için köyü gören bir tepeye götürürmüş. Sağırmış, kulağı duymazmış ama bunu çok da dert etmezmiş kendisine. Bir gün karısı yiyecek çıkınını vermeyi unutmuş. Çocukları da varmış, hatta böyle unuttuğu zaman çocukları ile gönderirmiş yiyecek çıkınını ama bu kez göndermemiş

Merak edip, “bari ben eve gidip çıkınımı alayım” diye düşünmüş çoban. “Burada akşama kadar bir şey yemeden duramam.

O sırada, tepenin yamacında ot kesen bir adam görmüş. Yanına giderek şöyledemiş: 

-Kardeş, şu keçilere bir zahmet göz kulak ol da dağılmasınlar. Benim aptal kadın öğle yemeğimi koymayı unutmuş; onun için köye inmem lazım.

Ama gel gör ki ot kesen adamın da kulakları işitmiyormuş. Çobanın dediklerini tamamen yanlış anlamış ve şöyle cevap vermiş:

- Hayvanlarım için kestiğim otları neden sana verecekmişim? Evde bir ineğim birde koyunum var; onlara yiyecek götürmek için bir sürü yol tepiyorum. Beni rahat bırak, senin gibilerle alış verişim olmaz.” Demiş ve kabaca gülerek elini sallamış.

Keçi çobanı, adamın dediklerini işitmemiş ve şöyle demiş: 

- Razı olduğun için sağ ol değerli dostum. Merak etme, hemen dönerim. Sayende içim rahat olacak.

Köye koşup küçük barakasına gittiğinde karısının hasta olduğunu görmüş.Komşunun karısı da ona refakat ediyormuş. Yiyecek çıkınını alıp hemen tepeye koşmuş. Keçileri dikkatlice saymış, hepsi oradaymış.

Diğer adam hala ot biçiyormuş. Çoban düşünmüş:

- Ne güvenilir bir insan! Hayvanlarıma göz kulak olmuş, teşekkür bile beklemiyor! Şu topal keçiyi ona vereyim. Akşam ailesiyle beraber pişirip yesinler.

Böylece, küçük topal keçiyi sırtlayıp bayır aşağı inerken seslenmiş: 

- Hey kardeş, keçilerime baktığın için sana bir hediye getirdim. Akşama bununla güzel bir yahni yaparsın. Zaten kesecektim, bak bir ayağı zaten topal.

Fakat diğeri onun dediklerini işitmemiş ve öfkeyle bağırmış: 

- Seni rezil çoban! Sen gittiğinden beri burada ot biçiyorum. Senin melun keçinin kırılan ayağından ben mi sorumluyum? Ben burada kendi işimle uğraşıyordum, keçinin ayağının nasıl kırıldığından haberim yok! Defol git yoksa patlatırım bir tane!

Çoban, adamın yüzündeki öfkeli ifadeye şaşırdıysa da söylediklerini duyamamış. 

Çoban ot biçen adamın hiddetini anlayamayınca etrafa bakınmış. Az ileride bir atlı görmüş. Hemen koşup atlıya seslenmiş:

- Beyim, kurban olayım, bu adamın ne konuştuğunu bana bir söyle. Ben sağırım. Bu keçiyi ona hediye etmeme niye bu kadar kızdı anlayamadım.

Hem çoban hem de ot biçen adam, bağırarak yolcuya bir şeyler anlatmaya başlamışlar.Yolcu tedirgin gözlerle atından usulca inmiş. Meğer bu atlı da, meşhur bir at hırsızıymış ve o da duvar gibi sağırmış. At hırsızı sağır aslında kaybolmuş ve adamlara yol sormak istemiş. 

Fakat yüzlerindeki tehditkâr ifadeyi görünce atından inip şöyle demiş: 

- Evet kardeşler atı çaldım ama size ait olduğunu bilmiyordum. Lütfen beni bağışlayın, şeytana uyup düşünmeden hareket ettim.

Ot biçen adam, “Keçinin ayağının sakatlanmasıyla bir ilgim yok!” diye haykırıyormuş.

Çoban, “Hediyemi niçin kabul etmediğini söylesin. Yalnızca yardımına teşekkür etmek istiyorum” diyormuş.

Hırsız, “Atı çaldığımı itiraf ediyorum. Ancak ben sağırım, atın hanginize ait olduğunu duyamıyorum” demiş.

Üç sağır birbirlerine böyle bağırıp dururlarken o sırada, toprak yoldan köye doğru yürümekte olan yaşlı bir derviş görmüşler. 

Ot biçen adam yanına koşup hırkasına yapışmış dervişin, 

- Muhterem derviş! ben sağır bir adamım, bunların söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Kimin ne için bağırdığını bilgeliğinle açıkla!”  demiş.

Sormuşlar sormasına da, hikaye bu ya, derviş de dilsizmiş. Derviş şikayetleri dinledikten sonra, artık susmuş olan üç sağırın yüzlerine dikkatle bakmış.

Önce birine, sonra diğerine öyle uzun bakmış ki, üç sağır rahatsız olmaya başlamışlar. Derviş siyah gözlerini tek tek sağırların gözlerine dikmiş, durumun iç yüzü ile ilgili bir ipucu arıyormuş. 

Fakat diğerleri cehaletin verdiği bir hisle, dervişin onlara büyü yapacağından veya iradelerini ele geçireceğinden korkmuş. Hırsız birden bire atının üstüne sıçramış ve dört nala kaçmış. Çoban, hayvanlarını toparlayıp tepenin daha yukarılarına doğru çıkmış. Ot biçen adam ise gözlerini kaçırarak otları bir çuvala doldurup yüklenmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Derviş yoluna devam ederken içinden şöyle demiş:

“Ya Rabbi! Söz bazen öyle faydasız oluyor ki, insana hiç verilmese de olurmuş...”

1 Kasım 2014 Cumartesi

Hannibal Monteleri

Türkiye'nin en büyük Hannibal hayran sitesi olarak kurduğumuz hannibaltr.com için amatör olarak kurguladığım monteler. Her daim güncellenecektir.

ÖNEMLİ UYARI: Sayfanızın alt tarafında kendiliğinden başlayan blog müziklerini durdurmanızı öneriyorum.

Yeşilçamın Efsane Sorgu Sahnesi


Kayınço


Hannibal ve Clarice 'in Şok Ses Kaydı


Herkes Öldürür Sevdiğini


Will Graham 'in İç Sesi


Yok Artık Ebesinin Bryan


Umudumuz Hannibal




extralar:


Hannibal Dizisi (Analiz)


NEDEN GEYİK?

Dizimizde bir türlü yakalanamayan Chesapeake Ripper'in her cinayetinde Will'in eşsiz zihninde bir imge canlanır. Bu siyah bir geyik figürüdür. Will'in Chesapeake Ripper'in aslında Dr.Lecter olduğunu anlaması ile bu figür Dr.Lecter ile ilgili her cinayet sahnesinde görülmeye başlanır. Peki neden bir geyik? Neden bir kaplan, kurt veya ayı gibi daha ürkütücü ve yırtıcı bir hayvan değil? İşte burada teorimi paylaşmak istiyorum.


Cinayet çözümlemelerinde Dr.Lecter başta olmak üzere, diğer kriminal uzmanları efsanelerden katil profiline ulaşmaya çalışıyor. Çoğu zaman kelt, yunan veya asya efsanelerinden örnekler sunulan çalışmalarda katilin düşünce yapısı çözülmeye çalışılır. Aynı yöntemi deneyecek olursak; geyik figürü yunan mitolojisinde karşımıza çıkıyor. İsmi de Kyreneia Geyiği..

Kyreneia Geyiği

Yaydan çıkan oktan hızlı olduğu söylenen geyik, av tanrısı tanrıça Artemis 'in koruduğu sihirli bir hayvandır. Efsaneye göre Herkül'e verilen 12 görevden 3.sü geyiği canlı yakalamaktır. Herkül, uzun bir kovalamacanın ardından geyiği yorar. Hayvan bir su pınarı başında dinlenirken, kaçmak hiçbir gücü kalmadığı bir anda Herkül onu okla yaralayarak yakalar. Faniler arasında efsanevi bir avcı olan Aktaion, bunu dalga mevzusu yapınca tanrıça Artemis onu bir geyik haline dönüştürür ve Aktaion 'un 50 köpeğini üzerine saldırtarak onu parçalatır.

Dizideki geyik metaforu, herkül ile Kyreneia Geyiği arasındaki kovalamaca, Will ile Chesapeake Ripper arasındaki kedi fare oyununu hatırlatır. Herkül, kutsal geyiği okla yaralamış ve ancak bu şekilde yakalamıştı. Hatırlayacağınız gibi Will Graham, Kızıl Ejder filminde Dr.Lecter 'i oklarla ağır yaralıyor ve ancak o şekilde yakalıyordu. Dizideki köpek bolluğu da ayrı bir benzetme konusu Wink

Ancak burada şöyle bir problem vardı: Herkül'e verilen 3. görev diğer ikisini başardığı için daha zorlu olması gerekiyordu. Sihirli bir hayvanı yenmekten öte, Herkül'ün tanrıça Artemis'in gazabını üzerine çekmesi hedefleniyordu. Herkül geyiği yakalayınca tanrıça Artemis'e onu geri getireceğine dair söz verdi. Öte yandan kral'ın 3.görevi hayvanı canlı yakalayıp getirmekti. Herkül hayvanı yakalayıp kralın önüne kadar getirip boynundaki bağdan kurtardı. Efsanevi hızıyla büyüleyen geyik bir anda kaçıp Artemis'e geri döndü. Herkül kralın adamlarının yeterince hızlı olamadığını ancak kendisinin görevi başarıyla tamamladığını söyleyerek, hem krala hem Artemis'e verdiği sözü yerine getirmiş oldu. Öyleyse Will'in Dr.Lecter'i yakalayacağını ancak Dr.Du Maurier 'dan dolayı bir şekilde geri bırakmak zorunda kalacağını tahmin ediyorum. Çünkü efsanedeki alegori aynen diziye yansıtılıyor.

Buraya kadar anlaşılır olmadıysa özet geçmek istiyorum. Burada metafor bileşenleri şu şekilde:

Jack Crawford = Kral (12 görevi veren)
Will = Herkül
Chesapeake Ripper (Dr.Lecter) = Kyreneia Geyiği
Dr. Bedelia Du Maurier (Hannibal'ın psikiyatristi)= Artemis
Abel Gideon = Aktaion

GEYİKTEN SONRA NE VAR?

Önümüzdeki sezon elimizdeki elemanları kullanıp denklemi çözmeye çalışalım:

Will = Herkül ise, Kyreneia Geyiği'nden sonraki görevine, yani 4. görevine baktım. Karşımızda ''Erymanthian Domuzu'' çıktı. İşte size yeni figürümüz.. 

Ancak hikayenin bunu desteklemesi lazımdı.

Öncelikle bilmeniz gereken 3.sezon italyan mutfağından..


Ne büyük bir tesadüftür ki domuz etinin dünya mutfağında en çok kullanılan yeri de İtalyan mutfağı!

Erymanthian 'ın mitteki yerine geleceğiz ama önce şu hayvan neye benziyor bir bakalım:


Etli butlu bişeymiş :)

Dikkat ettiniz mi? Orjini neresiymiş?

Daha dikkatli bakmaya ne dersiniz?



Hannibal fanlarının yakından bildiği bir şehir: Floransa!

Bak sen işler iyice ilginçleşiyor..

Şimdi domuzun hikayesine dönelim:

Herkül'e gıcık giden kral habire ona imkansız görevler vermekte, Herkül ise aklı ve kuvveti sayesinde ''buyur müdür başka bi isteğin var mı?'' şeklinde cevaplar vermektedir. Nitekim Kyreneia Geyiğini ayağına koyduktan sonra kral daha da hiddetlenir ve bir imkansız görev daha verir: Erymanthian Yaban Domuzu tıpkı Kyreneia Geyiği gibi canlı getirilecektir. Kyreneia Geyiğini kaçıran kral bu defa tedbirli olacak ve bir kafes hazırlatacaktır.

Erymanthian dağının yamacındaki köylerde dehşet saçan ve insanlara zarar veren yaban domuzu elbette bir tanrıça tarafından korunan bir canavardır. Kyreneia Geyiği'nin sahibi Artemis iken, bu defa Erymanthian Yaban domuzunun sahibi Hera'dır.

Herkül Erymanthian Dağı eteklerindeki aslen bir sentör (yarı insan yarı at) olan dostu Pholus'u ziyaret eder. Muhabbetin dibine vuran sentör ve Herkül, sihirli bir şarap yüzünden sarhoş olurlar. Şarabın kokusunu alan sentörler bulundukları mağaraya akın eder ve şaraptan sarhoş olurlar. Şişede durduğu gibi durmayan şarap, sentörleri birbirine düşürür ve ölümcül hayvan/insanlar birbirine girmeye başlar. Kaos o kadar büyür ki insanların zarar görme riski vardır. Herkül bu tehlikeyi gördüğü ve insanları koruması gerektiği için Hidra kanı içeren zehirli oklarını sentörlere karşı kullanmak zorunda kalır. O kadar çok sentör ölür ki, Herkül'ün eğitmeni ölümsüz Chiron bile okun verdiği acıya dayanamayarak tanrılardan ölümlü olmayı ve ölmeyi diler.

Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olan Herkül, dostları ve eğitmenini kaybetmenin siniriyle domuzu karlı bir alana sürükleyip yakalar. Doğruca krala götürüp teslim eder ve kral Kyreneia hadisesi tekrar yaşanmaması için onu kafese koyar. Böylece 4. görev de başarılı bir biçimde son bulur.

Erymanthian olarak bilinen Mora yarımadasının, 4.yüzyıldan Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar İtalyanlara ait olduğunu hatırlatalım.
Böylece mitolojideki yaratığın yaşadığı yer ile italyan mutfağını bağdaştırabildik. Peki ya diğer karakterler?

Erymanthian domuzu bir tanrıça tarafından korunmakta. Hannibal 'ın hikayesinde ''tanrıça'' ve ''korunmak'' kelimesini yanyana koyduğumuzda karşımızda tek isim var: Lady Murasaki
Yani metafordaki karşılığı Hera.. Hera 'nın simgesi yunan mitinde tavuskuşudur. Tesadüfe bakın ki ''murasaki'' japonca "mor, menekşe" anlamında kullanıldığı gibi ''tavuskuşu'' anlamındadır ayrıca.. Nitekim Lady'miz de görüntü itibariyle elindeki yelpaze ile tavuskuşu gibidir adeta.. 


15.yüzyılda Sandro Boticelli adındaki bir ressam, İtalyanın ünlü hanedanı Pazzi (Medici) ailesinin iktidar mücadelesinin sonunda barışı simgeleyen bir tablo çizer. Adı ''Pallas and the Centaur''dur.

Buradan Pazzi ailesinin sentörlerle bağını kurabiliriz. Bildiğiniz gibi 3.sezonda kesin oynayacaklar listesinde ünlü italyan dedektifimiz Rinaldo Pazzi var.


Hannibal'ın başına konan paraya göz diken Pazzi ailesine mensup dedektif, Hannibal sinema versiyonunda bağırsakları dökülecek şekilde balkonda öldürülür. Onu öldüren elbette sayko doktorumuz Hannibal Lecter 'dır. Parmak izini bile zor temin eden Pazzi 'nin Hannibal ile olan ilk temasının hemen ardından bakarsanız, arka planda Erymanthian Domuzunu görebilirsiniz:


Böylece denklemin bir parçası da tamamlanmış oluyor. Herkül 'ün domuzu yakalamadan önce uğradığı sentör Pholus, elbette Rinaldo Pazzi 'den başkası değil..

Sentör'lerin, hikayedeki karşılığı Hannibal'ı para için yakalamak isteyenlerse, Bryan Fuller 'in de bahsettiği kelle avcıları hikayesini görmek hiç de zor değil. Öldürülen bütün sentörler, aslında Hannibal 'ı yakalamaya çalışan kelle avcıları/katiller.

Ne dersiniz? Ölümsüz olmak isteyen Francis Dolarhyde da, ölümsüz olan sentör Chiron olabilir mi? Böylece hikayeye Francis'i de dahil etmiş oluyorlar senaristler. ''Kitaptaki karakterler olacak ama kitabın kurgusundan farklı olacak'' deyimini böyle anlayabilir miyiz? Neyse fazla zorlamayalım.

Asıl mesele önceki sezonda geyik figürü ile anlatılan Hannibal'ın şeytani zekasının, bu defa yaban domuzu ile anlatılacak olması bence..

Kyreneia geyiğinden ders alan kral (yani Jack Crawford), Erymanthian Domuzunu alır almaz onu bir kafese koyar. Bryan Fuller 'in ''sezon sonunda Hannibal'ı hapiste göreceğimizi'' söylemesi bir tesadüf mü sizce?

Haaa unutmadan.. Elbette Mason Verger da dizinin gelecek sezonunda intikam peşinde koşacak. Onun da yüzünün hangi hayvan türü tarafından yenildiğini söylemiyorum bile..

Eğer yamulmuyorsam, bu sezonda bol bol domuz figürleri göreceğiz. Hadi bakalım..

26 Ekim 2014 Pazar

Hangisi Masum?

Yakın zamanda hükümetimiz Türk Silahlı Kuvvetlerine -gerekirse- sınırötesi operasyon izni veren bir tezkereyi meclisten geçirdi. Hayırlı uğurlu olsun. Tezkere sürecine değinmeyeceğim zira bilgi kirliliği öyle boyutta ki ne desek bu keşmekeşte kaybolup gidecek. Sadece bilinmesi gerekeni izah etmeye çalışacağım.

Bilindiği gibi Türkiye, kuzey Suriye topraklarında bir güvenlik koridoru açılmasını istiyor. Bunun çeşitli sebepleri var ama bir tanesi, taraflı tarafsız herkesin kabul edebileceği türden, o da şu:

Hatırlarsınız, uçak krizinden sonra hükümet "anganjman kuralları değişti. sınır ihlali yapan suriye hava unsurlarına ateş açılacak" uyarısında bulunmuştu. Suriye bunun üzerine yüksek hızda uçan ve çoğu zaman sınır ihlalleri yapabilecek uçakları bölgeden arındırmak zorunda kaldı.

Bu defa tezkere çıktı ve Suriye rejimine: "artık sınırdan mermi, top vs. geçerse bunu saldırı kabul ederiz, savaş çıkar" mesajini açıkça vermiş oldu. Peki Suriye ne yaptı? Nato gücünü de arkasına alan Türkiye ile problem çıkmaması için mecburen Türkiye sınırındaki minimum 20-30 km lik bir alanda ağır silah donanımını geri çekti. Herşey yolunda gitse, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ‘den ısrarla istediği ‘’güvenli koridor’’ dolaylı olarak oluşmuş olacaktı. Bu güvenli bölge oluşursa, mültecilerin belki bir kısmına yada o sınırlar dahilinde yaşayanlara “artık buraları güvenli dönebilirsiniz” denilecek yada onlar kendiliğinden dönecekti. Yine bu koridorda özgür suriye ordusu yaralıları vs. de tedavi edilebilecek onlar içinde güvenli bir bölge oluşacaktı. Böylece Türkiye hem mülteci sorunundan kısmen kurtulacak, hem de Esad 'a karşı mücadele eden ve tek dertlerinin hava ve topçu bombardımanı olduğunu ifade eden ÖSO 'yu biraz rahatlatma fırsatı bulacaktı.

Ancaaak, oluşan koridordaki boşluğu gören IŞİD fırsatı herkesten önce değerlendirdi. Birliklerini Ayn El-Arab (Kobani) ‘a yönlendiren sözde hilafet devleti, stratejik önemi bulunan kasabayı almak için, peşmergeyle büyük bir mücadeleye girişti. Uzun süredir devam eden kanlı olaylar, memleketimizin her yerinde çıkan olaylarla birlikte bize de sıçradı. PKK ile bağlantılı PYD ‘ye destek olmak için kürt milliyetçiliği tahrik edildi. Kürtler, “kürtlerin kafası kesiliyoor!’’ diye bağırıp yaklaşık 40 yıldır mücadele ettiği Türk ordusunu göreve çağırıyordu.. Zıttı ile kaim olabilen Türk milliyetçiliği de gaza gelmişti ve yine sosyolojik olarak bir bölünme daha yaşamıştık..

Şimdi toplum, tezkerenin ardından Türk askerinin Ayn El-Arab’a girip girmemesi konusunda da fikir ayrılığında. Bir grup, “kürtler bizim akrabamız yardım edelim’’ diyor, öteki ‘’IŞİD Pkk köpeklerini bırakalım temizlesin!’’ diyor. Ne birisi orada savaşanın masum/sivil kürt halkı olmadığının farkında, ne de öteki IŞİD ‘in tehdidinin büyüklüğünün..

Peki ne yapmalıyız? IŞİD ve PKK devlet tarafından resmen terör örgütü olarak tanınmış iki grup.. Türk ordusu her ne şartla olursa olsun mazlumun/masumun yanında olsun.. Olsun ama.. Bu iki örgütten hangisi masum?


Bunu da bir kıssa ile anlatmaya çalışayım:

Zamanın birinde genç bir filozof, islam bilginlerinden birini ziyaret ederek, İslam’ın tüm inceliklerini öğrenme isteğini dile getirir.

Bilgin sorar: “Arapça biliyor musunuz?”

“Evet,” der istekli öğrenci...

Peki İngilizce, Fransızca?

“Evet.”

“Peki İslam felsefesini biliyor musunuz?”

“Hayır, ama endişelenmeyin... Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okudum. Harvard üniversitesinde Aristo ve Sokrates mantığı üzerine doktora yaptım. Şimdi de İslam felsefesi üzerine çalışarak eğitimimi tamamlamak istiyorum.” der, genç adam.

Bilgin, delikanlının İslam felsefesini öğrenmeye henüz hazır olmadığını söyler.

“Ancak,” diye ekler... “Mantık konusunda sizi sınayabilirim. Eğer sınavı geçerseniz, size İslam felsefesini öğretirim.”

İki parmağını kaldırır:

“İki hırsız aynı bacadan süzülerek bir eve girer. İçeri girdiklerinde birinin yüzü temiz, diğerinin kirlidir... Sence hangisi yüzünü siler?”

“Kirli olan,” der delikanlı heyecanla...

“Yanlış. Basit bir mantık. Yüzü kirli olan, temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu düşünür. Yüzü temiz olan ise, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu düşünür. Yani yüzünü silen, yüzü temiz olandır...”

Delikanlı çok etkilenir...

“Çok akıllıca, ama beni bir daha sınayın” der genç adam.

Bilgin aynı soruyu tekrarlar.

Delikanlı, “Yüzü temiz olanın yüzünü sildiğini zaten söylediniz” der.

“Yine yanlış” der Bilgin.

“Mantık çok basit... Yüzü kirli olan temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Kirli yüzlü adam, temiz olanın yüzünü sildiğini görünce, o da yüzünü siler...”

Delikanlı, “Bu da akıllıca,” der.. “Hiç düşünmemiştim... Ama beni bir kez daha sınamanızı istiyorum.”

Bilgin, aynı soruyu tekrar sorar.

Delikanlı bu kez uyanık davranır: “İkisi de yüzünü siler...”

Bilgin gülümser: “Yine yanlış”

“İkisi de yüzünü silmez. Mantık basit: Yüzü kirli olan, temiz olana bakar ve kendi yüzünün temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan ise arkadaşının kirli yüzünü görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Ancak, yüzü temiz olan, yüzü kirli olanının yüzünü silmediğini görünce o da yüzünü silmez. Dolayısıyla ikisi de yüzünü silmez...”

Delikanlı umutsuz bir halde, “Ben İslam felsefesini ve mantığını öğrenecek niteliklere sahibim” der. “Beni son kez sınayın...”

Bilgin aynı soruyu sorar...

Delikanlı, “İkisi de yüzünü silmez,” der.

Yine “yanlış” der bilgin:

“İslam felsefesini anlayamadığınızın artık farkında mısınız? Bu işin bu kadar kolay olmadığının? Aynı bacadan giren iki hırsızın birinin yüzü temiz, diğerinin yüzü kirli olabilir mi?’’

4 Eylül 2014 Perşembe

Günümüzün ''Dörtlü Takrir'' Rivayetleri



12 Haziran 1945 ‘te Meclis-i Mebusan üyesi 4 vekil
, kimilerine göre topraklandırma kanununu bahane ederek, CHP grup başkanlığına cumhuriyetin demokrasi noksanlığına atıfta bulunan bir önerge sunarlar. İzmir vekili Celal Bayar, Kars vekili Fuat Köprülü, İçel vekili Refik Koraltan ve Aydın vekili Adnan Menderes ‘in imzaladıkları önerge, tek partili dönemde sansasyon yaratmıştır. Öyle ki dönemin Cumhuriyet Halk Partisi, partiyi övmekle beraber tenkit de eden bu dörtlüden 3’ünü partiden ihraç etmiş, 1’ini istifaya zorlamıştır. Dörtlü Takrir olarak bilinen bu hadiseden sonra Demokrat Parti’nin temeli atılmış ve Türkiye’de çok partili dönemin kapılarını aralanmıştır.

Demokrat Parti, katıldığı ilk seçimde yılların tek parti iktidarına yenik düşse de, ikinci seçimlerde ezici bir üstünlük sağlamış ve %53’e yakın bir oy alarak 27 yıllık iktidarı alaşağı etmiştir.

***

13 Haziran 2011 yılında rahmetli araştırmacı-yazar Aytunç Altındal bir tespitte bulunmuştur:

‘’Bir parti ne kadar büyürse, kendi içindeki çatlaklar da doğru orantılı olarak büyür. Bunu bir siyaset bilimcisi olarak söylüyorum: büyüyen siyasi partilerde bölünme, politikanın kendi bünyesinde zaten var olan bir olaydır.” demiştir.

Altındal bu dersi Dörtlü Takrir’e ithafen vermemiştir aslında. Bugünden; Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin 2011 genel seçimlerini kazanımınından bahsetmiştir. Ve ekler Altındal:


‘’Azami 2 yıl içinde, başkanlık seçimi ve yeni anayasanın ardından, AKP ‘deki çatlak büyür ve parti bölünmeye -mecburen- gider.’’
***

2013 yılına girildiğinde Ak Parti’deki dönem kuralları ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasındaki parti içi dönüşüm konuşulmaktadır. Kulislerde bazı milletvekillerinin Cumhurbaşkanı Gül ile gizli görüşmeler yaptığı söylenir. Başbakan Erdoğan o günlerde rahatsızdır fakat hasta yatağından kalkıp kadrosunu kontrol altında tutmaya çalışır.

Nitekim geçtiğimiz Haziran ’da bazı basın organlarında 4 Bakan’ın Çankaya köşküne çıktığı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile içeriği bilinmeyen görüşmeler yaptığı sızar. Bu kişiler, tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucularından olup, daha sonra Demokrat Parti’yi kurmak mecburiyetinde bırakılan vekiller gibi, Ak Parti kurucularındandır.

Yani tarih tekerrürden ibarettir ve yeni bir ‘’Dörtlü Takrir’’in ayak sesleri duyulmaya başlanır..

Olay medyaya sızdığında bu görüşmelerin birer ‘’uğurlama ziyareti’’ olduğu zikredilir. Ne var ki rivayetler öyle dememektedir.. Derler ki 2013 yılından itibaren, olası bir siyasi boşluğa karşı hazırlıklı olabilmek için parti içinde bir muhalefet gelişir. Gerek teşkilatta, gerek medyada, gerekse sosyal medyada varlığını sürdürebilen bir muhalif kanat, sıranın kendisine gelmesini beklemektedir. Siyasete dönmek istemesine rağmen Ak Parti lideri R.Tayyip Erdoğan ‘ın ‘’istediğini yerine getiremeyiz, olmaz!’’ kestirip atışı ile ‘’kırgın’’ cumhurbaşkanı, prensini son bir defa çağırır. Bu kişi Ali Babacan ‘dan başkası değildir.
***


Ali Babacan, bir çok otoritenin yetkin kabul ettiği bir adam olmasına rağmen, Abdullah Gül'e olan yakınlığından dolayı, defalarca devre dışı bırakılır. Abdullah Gül ile "gizli" toplantılar yapmasından dolayı, ceza olarak 2009'dan itibaren pasif duruma çekilir, fakat gözden çıkarılamaz. Erdoğan her ekonomik problemde zamanında Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevini yürütmesine rağmen, sözü danışmanı Yiğit Bulut’a vermesi ve Babacan’ı yok sayışı da farklı bir etkendir.

Yine rivayetlere göre Ali Babacan, AKP hükumetine destek vermeye devam etmekle beraber, şu sıralar bir karar verme aşamasında. Cemaatin de dört gözle beklediği, 2015 yılında kurulması beklenen yeni merkez sağ tandanslı muhalefet partisine mi katılacaktır? Yoksa Ak Parti ‘deki pasif görevine devam mı edecektir? Bugünlerde dönem kuralına takılan bazı güçlü isimlerin, tıpkı dörtlü takrirdeki gibi partiyi övmekle beraber, demokrasi noksanlığından dem vuracaklar mıdır? Bu isimler yeni bir parti oluşumuna gidecekler midir? Onu zamana bırakalım..

***

Buraya kadar herşey öngörülebilir bir teori olarak gelmiş olabilir size. Keza birkaç yıldır söyleniyor bunlar.. Peki ya bütün bu olan bitenin, aslında büyük bir planın bir parçası olduğunu söylesem? Şaşırır mıydınız?

Öncelikle belirtmeliyim: Söylediklerim ve söyleyeceklerim sadece bir komplo teorisi.. Aslında sadece gerçekleşirse ‘’büyük bir plan’’ olduğunu söyleyebiliriz. Peki plan ne? Onu da açıklamaya çalışayım..

Zorlu Holding 1984 yılında Vestel adıyla beyaz eşya piyasasına girer. Halen -30 yıldır- sektördeki en güçlü isim olduğu söyleniyor. Fakat pazarlama yenilik gerektirir. Tüketicinin, malı alabilmesinin gereği sadece ihtiyaç değil, inovasyon; yani ‘’yenilik’’tir. 20-30 yıl sonra tüketici Vestel’i tercih etmeyecektir artık..

Öyle de olur. Regal adıyla yeni bir marka doğar. Piyasadaki bir çok üründen daha ucuz olmakla beraber, hemen hemen aynı kalitede üretim yapmaktadır. Bu sayede bir çok beyaz eşya firması, rekabete dayanamamış ve piyasadan çekilmeye zorlanmıştır. ‘’Aklını kullan’’ sloganıyla ortaya çıkan yeni firmaya rağmen Vestel halen ayaktadır. Çünkü kendi küçük rakibini yaratan da, aslında Vestel’den başkası değildir. Zorlu Holding, müthiş ticari zekasını konuşturmuştur.. Aslında plan bu kadar basit..

Siyasi örgütler, her ne kadar beyaz eşyadan çok daha farklı şeyler olsalar da, onlar da ‘’pazarlanma’’ya ihtiyaç duyar. Ve yine tüketici ihtiyacın dışında inovasyon beklemektedir. 10 küsür yılda yapılan ‘’normalleşme’’ çabaları, yenilik bekleyen seçmeni ikna eder ancak bir noktadan sonra yeterli olmayacaktır. Türk siyasetinin en uzun soluklu iktidarı bu beklentiyi karşılaması gerektiğini bilecek siyaset aklına sahiptir.


İşte ileriki yıllarda, cemaatin de güle oynaya destek vereceği, Gül’ün, Arınç'ın belki manevi olarak katılacağı yeni partinin de kurucu aklı, Ak Parti’den başkası değildir.

24 Ağustos 2014 Pazar

Dörtlü Kaos Mimarları


ÖNSÖZ

Gerilim ve heyecan yüklü mini blog hikayeme hoşgeldiniz. Bu defa sizi böyle karşılamak istedim. Önce yasal zorunluluğu yerine getirelim:


Bu hikayedeki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür, gerçek kişi ve kurumlarla ilişkilendirilemez.


Hikayede geçecek isimler yabancı gelebilir ancak olaylar size oldukça tanıdık gelecektir.


Hikayenin gerçekleşmesinde bana yardımcı olan hikayedeki ''Fikret'' karakterine teşekkürü bir borç biliyorum.


Selam ve dua ile.
.



DÖRTLÜ KAOS MİMARLARI


1.BÖLÜM: O ZAMAN..


Salih, her zamanki gibi perdelerin sıkı sıkıya kapalı olup olmadığını kontrol etti. Dışarıdan bakıldığında içerideki hareketlilik sezilmesin diye kalın kumaşlı yeşil perdenin kenarlarını duvara daha da yaklaştırdı. Duvardaki 24 Ocak 2000 tarihini gösteren saatli maarrif takvimin bir sayfasını kopardı. Bugün ayın 25’iydi. Elindeki takvim yaprağındaki ayeti okudu: 

‘’ Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler.’’ (En’âm 21)

Ayete hürmeten takvim yaprağını dolabındaki dosyasına taktı. Saatine baktı. Arabayı alıp çocuğu okula götürmesi gerekiyordu. Evden çıkıp kendisini arabanın yanında beklemekte olan eşi ve çocuklarının yanına gitti. Birlikte arabaya binip ilkokula doğru hareket ettiler. 

Onları izleyen gözlerin farkında bile değildiler..

İlkokula çocuğunu bırakır bırakmaz, iki sivil polis kollarına yapıştı. Ailesi ne olduğunu dahi anlamadan Salih’in ensesinde sert bir cisim patladı. Salih’in gözleri kararırken, eşini ve çocuklarını götüren polisleri gördü. Bilincini kaybediyorken, en sevdiklerinin en azından bilinmeyen insanlar tarafından götürülmediğini bilmek, biraz olsun rahatlattı. Göz kapaklarındaki yıldızlar arttı ve derin bir karanlığın içine düştü.

Gözlerini açtığında yine kendini aynı cemaat evinde buldu. Bu bir rüya mıydı? Elini ensesine götürmesiyle acı ile irkilmesi bir oldu. Hayır! Bu bir rüya değildi. Birileri onu nedense aynı eve tekrar getirmişlerdi. Dolabındaki dosyası ortada yoktu. Onun yerinde kalın bir siyah klasör bulunuyordu. Oysa buranın anahtarı sadece kendisinde vardı. Elini telefona attı.. Hat kesikti.. Dışarı çıkıp ailesini bulmak için antredeki gardroptan montunu almaya koştu. Dolabı açtığında gördüklerine inanamadı. Çeşit çeşit ateşli silahlar ve anlamsız bayraklar gördü. O anda bir oyunun içerisinde olduğunu anladı.

Kapı bir anda kırıldı ve özel operasyon timleri kameraları ile birlikte içeriye daldı. İri yarı çelik yelekli adamlar, Salih’i tutup yere çaldılar. Telsiz konuşmalarını duydu: ‘’Mirza’yı yakaladık!’’ Tim, kelepçeleri takarken fotoğraf makineleri art arda patlamaya devam ediyordu.

2.BÖLÜM: 7 YIL SONRA

19 Ocak 2007 tarihinde Hosrov gazete binasına girerken kendisine ‘’günaydın’’ diyen görevliye cevap veremedi. Sabah çayını hızlı içtiği için dili yanmış, konuşmakta zorlanıyordu. Gülümseyerek geçiştirdi selamı. Hızla merdivenlerden çıkıp masasına oturdu. Çalışma arkadaşlarına durumu yazarak anlattığında meslektaşları gülmekten kendilerini alamadı. Hosrov da gülümsüyordu. Masasında bir zarf buldu. Temkinli bir şekilde açtığında kağıttan içinden bir Türk bayrağı çıktı. Ermeni asıllı Hosrov, Türklüğe hakaret ettiği iddiası ile defalarca tehdit edilmişti. Bayrağı sağında duran cama yapıştırıp, dışarıdakilere en iyi mesajı verdiğini düşündü.

Çalışma arkadaşları stajyer bir gazetecinin kendisini beklediğini söylediler. Hosrov dilindeki acıya rağmen kabul etti. İçeriye cılız bir genç kız girdi. Birlikte gazetecilik üzerine biraz sohbet ettiler. Konu ‘’Türklüğe hakaret iddiası’’na gelince Hosrov’un yüzü asıldı. 

-Olayları istedikleri gibi yorumluyorlar. Ne demek istediğim ve nasıl söylediğim çok açık. Buradan bir düşmanlık semirtmeye çalışıyorlar. Hoş başarılı oldular da..

Stajyer kız meraklıydı.
-3 yıl önce valiliğe çağrıldığınız ve makam odasında birileri tarafından tehdit edildiğiniz doğru mu?

Hosrov gözlüğünü çıkarıp silmeye başladı.
-Evet küçük hanım. Maalesef doğru. Yasal süreci başlattım ama... bir sonuç alabileceğimi sanmıyorum.

Genç kız:
-Üzüldüm.. diyebildi. Annemle babam ayrılar. Ben küçükken ayrılmışlar. Benim babam da göçmendir. Rum kökenliyiz biz de. Annem ona kızdığında hep bu yanına küfrederdi.

Hosrov gülümsedi:
-Aman kızım bugünlerde böyle konuşma valla hemen yaftayı yapıştırıyorlar, haberin olsun.

Genç kız kendini tutamadı ve gülmeye başladı. Uzun süredir gülmeyen Hosrov da, önce yapmacık olarak misafirine eşlik etti ama daha sonra dayanamayıp o da bir kahkaha patlattı.

Stajyer:
-Vaktinizi aldım, herşey için teşekkür ederim. Bana önerebileceğiniz bir kaynak kitap var mı? diye sordu.

Hosrov kızın gözlerindeki masumiyeti gördü. Belki de hiç yapmaması gereken bir şeyi yapıverdi. Masasının ayağı kısa olduğu için altına koyduğu ince bir defteri kıza uzattı.

-Al bunu.. içerisine bak.. Birşeyler görürsen tekrar görüşürüz. Birşey anlamazsan, defteri geri getir olur mu?

Genç kız anlam verememekle birlikte tecrübeli gazetecinin söylediğini yaptı. Hafifçe tutup içine dahi bakmadan çantasına bıraktı. Hosrov defteri çantaya girene dek gözleriyle takip etti. 

Genç kız çalışanlara teşekkür edip merdivenlerden aşağı indi. Bina girişinde durup bir süre hangi tarafa gitmesi gerektiğini düşündü. O sırada beyaz bereli,  kot pantolonlu 18-19 yaşlarındaki bir çocuk kendisine çarptı. Elindeki çantası yere düşen genç kız, dönüp kendisine çarpan oğlana çıkıştı.

-Sen ne yaptığını zannediyorsun?!

Çocuk arkasına bakmadan yola devam etti. 

Genç stajyer üstünü başını toparlayıp caddenin sonuna doğru giderken beyaz bereli çocuğa baktı. Çocuk çok garip davranıyordu. Caddenin bir o tarafında bir bu tarafına doğru turluyor, kimseyle konuşmuyor, hiç bir yere bakmıyordu. Genç kız çocuğu takip edenin sadece kendisi olmadığını da farketti. Kendisinden birkaç yaş büyük gençler de, beyaz bereli çocuğu oturdukları yerden gözlemliyordu. ‘’Benim gibi garipsiyorlar herhalde’’ diye düşündü. Biraz daha yürüyünce caddenin ortasında bir yol çalışması olduğunu gördü. Arabalar hareket edemiyordu. Çalışanlar hızla işlerini yaparlarken, başlarındaki şef olduğunu düşündüğü bir adamın da beyaz bereli çocuğu takip ettiğini görünce duraksadı. Bu iş çok garip bir hal almaya başlamıştı. Caddedeki kalabalığı takip etti. Bazı insanlar, film sahnelerindeki dublörler gibi caddede bir o tarafa bir bu tarafa yürüyorlardı. Genç kız iyiden iyiye şaşırmıştı:

-Neler oluyor burda?

Bir anda figüran kalabalığın gazete binasının önünü boşaltır gibi bir hareket yaptığını gördü. Bina kapısı kalabalık arasında net seçiliyordu. Kapının önünde Hosrov’u gördü. Telaşla gazeteden çıkmışa benziyordu. Kapıdan çıkar çıkmaz hızlı adımlarla yürümeye başladı. O sırada beyaz bereli çocuğun gözlerini Hosrov’a kilitlediğini gördü. Birkaç metre sonra cebinden bir silah çıkarıp sırtı dönük Hosrov’a birkaç el ateş etti. Hosrov bir anda yere yığıldı. Kalabalık bir sağa bir sola koşturuyordu. Yol çalışması yapan işçiler toparlanmaya başladılar. O sırada etraftan silah sesini duyanlar koşup gelmeye başladı. Hosrov’u göremiyordu. Kalabalığa yaklaşmanın da güvenli olmadığını düşündü. Eğilip koşturan ayaklar arasında Hosrov’un yüzüstü yatan belden aşağı vücudunu ve delik ayakkabısını gördü.

Olay yerinden hızla uzaklaşan stajyer, bir taksi çevirip evinin adresini söyledi. Taksi şoförü kalabalıktan dem vururken, stajyerin kulakları onu duymuyordu. Elini çantaya attı ve Hosrov’un ince defterini çıkardı. İlk sayfasını açtığında Hosrov’un el yazılarını gördü. Bir yıl önce Trabzon’da öldürülen Aziz Santini’ye ait bilgiler vardı. Yazılar şiir gibi birşeyle başlıyordu:
''en yüksek umutlarını yitirmiş kişiler tanıdım bengerçi her zaman küçüktülerbülbül niyetine öten kargave sonradan bütün yüksek umutlaraiftira ettiler onlar!''(S.M.)

3.BÖLÜM: AZİZ'İN İZLERİ

Gazeteciliğe yeni adımını atmış Şahika, şahit olduğu Hosrov’un cinayeti ile ilgili kimse ile konuşmadı. Zaten beyaz bereli çocuk kamera kayıtlarından seçilmiş ve hemen yakalanmıştı. Hosrov ile konuşan son kişi olmasına rağmen, polis ifadesine başvurmamıştı. Belli ki iş arkadaşları da, genç bir stajyeri Türkiye’yi sallayan bir cinayete şahit yazdırmak istememişlerdi. Şahika hem bu durumdan rahatsızlık duyuyor, hem de polisle işi olmayacağı için memnun oluyordu.

Televizyonlar cinayet zanlısının 19 yaşlarında bir genç olduğunu ve sebebin Türklüğe hakaret olduğunu söylemişti. Katil genç, kimilerine göre kahraman, kimilerine göre katil, ailesine göre ise sadece masum, aldatılmış bir çocuktu. Olayları uzaktan izlemeyi tercih eden Şahika, katil zanlısının daha önce bu gibi eylemlerde bulunmadığını, hatta mahallesinde sevecen, uysal bir çocuk olduğunu televizyonlardan öğrendi. Beline silahı takıp ermeni bir gazeteciyi işlek bir caddede güpe gündüz öldürmek, böyle bir çocuğa göre bir iş değildi. Bunun için çoğu insan, bu işlerin azmettiricileri olduğunu savunuyorlardı. ‘’peki kim veya kimler olabilir?’’ sorusuna ise cevap verebilen hemen hemen yoktu. Herkesin sığındığı ‘’derin devlet’’ temasıydı. 

Çocuğun çelişkili ifadeleri, Türk bayrağı altında birlikte poz veren emniyet mensupları, komplo teorileri derken aradan zaman geçiyor, ancak Hosrov cinayeti çözülemiyordu. Binlerce insan ‘’hepimiz ermeniyiz’’ yazılı pankartlarla sokağa çıkıp protesto yapıyor, kalanlar ise onları eleştiriyordu. Kimsenin cinayete odaklandığı yoktu. Şahika elindeki deftere baktı. Olay gününden beri açamamıştı. Kahvesini yudumlayıp, kahverengi deri koltuğuna oturdu. Defteri açtığında yine aynı şiiri gördü. Şair S.M. kısaltma adlı birisiydi. Şiirden sonra Hosrov’un bir açıklamasını gördü:

‘’6 Şubat 2006 günü Çolak polisle her zamanki mekanda görüştüm. Oldukça bitkin görünüyordu. Günlerce uyumamış gibiydi. Koruma talebimin karşılanmadığından bahsettik. Bir gün önce öldürülen Rahip Santini’yi sordum. Genç bir çocuk tarafından öldürülmüştü..’’

Şahika burda durdu. Hosrov kiminle görüşmüştü? Çolak Polis de kimdi? Rahip Santini ‘yi duymuştu. Geçtiğimiz senelerde Trabzon ‘da öldürülmüş bir papazdı. ‘’Genç bir çocuk’’ ifadesine tekrar baktı. Kahvesinden bir yudum daha aldı. 

‘’Çolak bana bildiklerini anlatacağını söyledi. Elime bir ses kaydı tutuşturdu ve gitti. Bir daha da görüşmek istemedi. İşte aşağıda yazacaklarım, bu ses kaydının dökümüdür. Elimden geldiğince yazmaya çalışacağım.’’

Şahika bilmediği topraklara girdiğinin farkına varmaya başladı. Çolak Polis lakaplı birisi cinayete kurban gitmiş eski bir gazeteciye bir ses kaydı bırakmıştı. Ses kaydı elinde yoktu ama Hosrov’un kendi el yazısıyla dökümü vardı. Soğumaya başlayan kahvesinden son bir yudum aldı.

‘’ÇOLAK - O.A. SORGUSU’’
ÇOLAK - Ulan sen kendini Polat Alemdar mı sanıyorsun?
O.A.- Kurtlar Vadisi izlemiyorum amirim..
- Evladım! 16 yaşındasın, ‘’gittim papazı öldürdüm, kimse bana öldür demedi’’ diyorsun! Ulan senin bilgisayar başında oyun oynuyor olman gerek beline silah takıp kilise papazını öldürmek ney lan!
- Bilmiyorum amirim.
- Ben çıkıcam birazdan başkaları gelip sorgulayacak seni. İşallah onlara doğruları anlatırsın. Çünkü onlar benim gibi sana böyle çay-bisküvi ikram etmezler!
- .....
- Diyecek bişeyin yok mu?
- .....
- Nasıl bir nesil yetişti anlamıyorum arkadaş! Ben gidiyorum
- Amirim? Çıkarken ışıklar kapanmaz değil mi?
- Niye lan? Karanlıktan mı korkuyosun sen?
- Amirim, bazı rüyalar görüyorum..
- Nasıl rüyalar?
- Kafam bir kutunun içinde...
(Kapı sesi ve içeri giren insanlar)
-Tamam Çolak çıkabilirsin..
- Bi dakka rüyasını anlatıyodu çocuk.. Eee sonra?
- Dalga mı geçiyosun sen komserim? Çocuk ya bi piskopat ya da piyon! Rüyanın sırası mı? Çık dışarı
‘’Buradan sonra ses kaydı durmuyor ama pek konuşma da olmuyor. Çolak kayıt cihazıyla dışarı çıkıyor ve arabasına biniyor’’
‘’-Salih’in dedikleri doğru! O da karanlıktan korkuyordu! O da rüyalar görüyordu! Kafasının bi kutuda olduğunu söylemişti! Aman allahım! Hepsi doğru!’’
‘’Kayıt burada son buluyor. Rahip Santini’yi öldüren çocuğun, 7 yıl önce örgüt üyeliğinden tutuklanan Salih Mirza ile ortak bir noktası var. Ama henüz çözemedim. Bunun için mücadele etmeyi düşünmüyorum. Çünkü bu iş çok karanlık..’’
Şahika okuduklarını bir kez daha gözden geçirdi. Hosrov, Çolak lakaplı bir polis/veya onun gibi bişeyin ses kaydının dökümünü almıştı. Cinayetten sonra evi ve ofisi didik didik edilmişti. Bu ses kaydı bulunduysa şimdi Çolak ve baştaki şiirin sahibi S.M. kısaltmalı Salih Mirza denen adam hedef tahtasına oturtulmalıydı. Oysa televizyonda başka birilerinden bahsediliyordu. Şahika defteri kapatıp televizyonun sesini açtı. Hosrov’un eşi Raşel bitkin görünüyordu. Gazetecilerin baskısına dayanamamış bir açıklama yapmıştı. Ardından kameraya bakarak konuştu: 

‘’bir çocuktan bir katil yaratan karanlığı sorgulamak lazım’’

Şahika, Raşel’in kendisiyle konuştuğunu düşündü. 

‘’katil yaratmak mı?’’, “karanlık mı?’’

Defteri açıp notun son satırına bir daha baktı:

‘’ Bunun için mücadele etmeyi düşünmüyorum. Çünkü bu iş çok karanlık..’’

Şahika aniden büyük bir gürültüyle irkildi. Daire kapısı kırılmıştı. Kendini hemen yere attı. Etrafta gri bir duman yükselmeye başladı. Şahika gelenlerin polis olmadığını anlamıştı. Yoksa hiç bir ikaz olmadan daire kapısı kırılmazdı. Gri duman gittikçe arttı. Şahika’nın gözleri kararırken, oluşan karanlığın Salih Mirza ’yı zindanda çürüten, Santini ve Hosrov’u yok edenle aynı karanlık olmamasını ümit etti.

4.BÖLÜM: KANLI ZİRVE

Kitapevinin önü çok kalabalıktı. Sağlık ekipleri ve polisler, savcılar, avukatlar, gazeteciler, sivil toplum örgütü liderleri olay yeri inceleme ekibinin hazırlığını seyrediyordu.

Nisan yağmurları geçmesin diye giydiği deri ceketinin ceplerine ellerini soktu biri. Olanları uzaktan seyrediyordu. Söylentiye göre kitapevinin içinde birkaç kişi hunharca katledilmişti. Öyle ki kalabalıktan bazıları, içeride bir kan gölü olduğunu söylemişti. Cesetler çıkarılırken öldürülen 3 kişiden 2’sinin Türk, 1’inin Alman uyruklu olduğunu duydu. Elini cebinde yumruk yapıp ağzına götürdü. Bu bir kayıt cihazıydı. Deri ceketli adam, kısık bir sesle cihaza konuştu:

-Trabzon’da denediler.. İstanbul’da başardılar.. Malatya’da zirve yaptılar.. Aradığım adamları bulmuştum. Çok yaklaşmıştım.

O sırada güçlü bir kulak çınlaması yaşadı. Kayıt cihazını durdurup gözlerini kıstı, geçmesini bekledi. Hosrov ’la son görüştüğünden beri kalp çarpıntısı ve yüksek tansiyon sıkıntıları yaşıyordu. Ama bu kulak çınlaması içlerinden en kötüsüydü. Biraz rahatlayınca tekrar kayıt cihazına bastı ama cihaz çalışmadı. Pili bitmişti. ‘’Sadece ben değilim bugünlerde garip olan.. Daha dün değiştirdim bu pilleri!’’ diye düşündü adam.

Canlı yayın araçları kitapevinin bulunduğu caddeyi kuşatma altına almıştı. Lensler, ışıklar ve ses cihazları olduğundan daha rahatsız ediyordu. Işık ve ses hassasiyeti de oldukça artmıştı. İster istemez cihazı tekrar cebine atıp uzaklaşmaya başladı.

Pil almak için bir markete girdi. Satıcı gelenin garip hallerine baktı. Adam kah yüzünü kaşıyor, kah kalçasını kaşıyordu. Yüzü beyaz, titriyor ve terliyordu. Bulaşıcı bir hastalığı olduğundan korktu:

-Napisin genç? İyi misin?

Adam kendi yaşındaki satıcının kendinden genç diye bahsetmesini garipsedi ama renk vermedi.

-Şey.. İyiyim.. Ben buraya bişey için gelmiştim.. diyebildi.

-Ben bilmim sen ne istiysin?

Adam ellerini ovuşturdu. Hatırlamaya çalışıyordu. Ara sıra unutkanlık yaşardı ama bu çok garipti. Kayıt cihazını eline aldı.

-Pil mi istiysin? Dedi satıcı.

Adam gülümsedi. ‘’Neden bu kadar hatırlaması zordu bunun?’’ diye düşündü. Satıcıya mahçup bir ifadeyle:

-Evet, 4 tane alayım, dedi.

Dışarıya çıktığında derin bir nefes aldı. Caddede kafasını yukarı kaldırıp ilkbahar rüzgarlarını hissetmeye çalıştı. Biraz ferahlamıştı. Burdan 10 dakika mesafedeki cinayetleri aklından silmeye çalıştı. Alnındaki teri sildi. Sağlığından endişe etmeye başladı. Kanın kitapla birleşmiş ekşi kokusu burnuna geliyordu. Bir doktora görünmeliydi. Ancak şu an düşmanları onu arıyor olabilirdi. Tanıdık birilerine gitmek gerekiyordu. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesindeki doktor arkadaşı aklına geldi. 

‘’Fikret.. Evet Fikret’e gitmeliyim’’

5.BÖLÜM: FİKRET BİLİYOR

-İsminiz ne demiştiniz beyfendi?

Sekreter bu soruyu sorduğunda deri ceketli adamın aklında kitapevinde işlenen cinayetler vardı. 3 kişi boğazları kesilerek vahşice öldürülmüştü. Kanın boğazdan fışkırışını hayal etti adam.. Bıçağın boğazda verdiği acıyı.. Gözlerdeki son görüntüyü.. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının üzerine boşalan kan deryası.. 

-Beyfendi isminizi alabilir miyim?

Sekreter soruyu tekrarladığında kendine geldi adam. Önce etrafına bakınıp nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Bir yerlerden tanıdık geliyordu. Eline yazdığı isime baktı: ‘’Fikret’e git, hastasın’’ yazıyordu. Tekrar etrafa baktığında muayenehanede olduğunu hatırladı. 

-Çolak deyin.. dedi adam.

Sekreter telefondakine ismi ilettiğinde kadın telefonda bir süre bekledi. ‘’Fikret benimle görüşmek istemiyor mu?’’ diye düşündü adam. Kadın tekrar adama gülümsedi ve içeri buyur etti. Gösterişli kapıdan buyur edilen adam usulca makam odasına girdi. Bu kapıları daha önce gördüğüne yemin edebilirdi. Makamda oturan Fikret ayağı kalkıp gülümsedi:

-Çolak! Sonuçların gelmedi daha hayırdır?

Adam oturacakken durakaldı ‘’sonuç mu?’’ diye düşündü. Yüzündeki anlamaz ifadeyi gören Fikret konuğunu yavaşça koltuğuna oturttu.

-Anlaşıldı. Bu hafıza kayıpları giderek daha da kötüleşiyor anlaşılan.. dedi.
Adam hafıza kaybı yaşadığını biliyordu ama Fikret’in bunu nasıl bildiğinden habersizdi. Fikret anlayışlı bir dilde konuşmaya başladı:

- Çolak.. dostum şimdi iyi dinle beni. Yaklaşık 2 hafta önce bana geldin ve bazı rahatsızlıkların olduğunu söyledin. Seni birçok testten geçirdik, tahlillerini yaptık. Sen de üniversitenin sana tesis ettiği misafirhanede kalıyordun. Daha sonuçların çıkmadı. Çıkınca gel demiştim onu hatırladın herhalde..

Çolak çok şaşırmıştı. Malatya’dan 1 gün önce çıktığını hatırlıyordu ama sonrası belirsizdi. Yine tansiyonu yükselmeye ve başı terlemeye başlamıştı.
-Nasıl olur? dedi Çolak.. Bu kayıp zamanlar da nerden çıktı! diye haykırdı.
Fikret misafirinin omuzlarından tutup kaldırdı. 

-Gel bilgisayarda sana psikoanaliz videonu göstereyim de inanabilesin.. dedi.
Bilgisayarı açan Fikret onu koltukta yalnız bırakıp dışarı çıktı. Windows media player oynamaya başladığında Çolak videoda koltukta uzanan kendini gördü. Başında yaşlı bir adam duruyordu. Önlüğünden doktor olduğunu anladı. Çolak videoda bir çeşit trans halindeydi. ‘’Hipnoz!’’ diye düşündü Çolak. Videonun sesini yükseltti. Videodaki Çolak sayıklıyordu:

-Kafam bir kutuda.. Çok karanlık.. Bana birşeyler söylüyorlar..

Videodaki doktor sordu:

-Bize kimi takip ettiğinizi söyleyin Çolak.

-16 yaşında bir genç.. oyunlara meraklı.. bilgisayar oynasın diye evlerine çağırıyorlar.. çocuğun başka arkadaşı yok.. Trabzon milliyetçi bir şehir.. Ona misyonerlikten bahsediyorlar.. Onu okul tatillerine götürüyorlar.. Çocuk bağlanıyor.. Çok bağlanıyor.. Sonra bir yaz dönüşü.. Çocuk papazı vuruyor.. Neden vuruyor?

Çolak videoda neden bahsettiğini hatırlamaya başladı. Rahip Santini cinayetiydi bu.

Videodaki doktor tekrar sordu:

-Başka kimler vardı Çolak?

Videodaki Çolak devam etti:

-İstanbul’da ermeni bir gazeteciyi vurmuş bir çocuk.. O çocuğu da evlerine davet etmişler. Onu da zehirlemişler.. Hepimiz Hosrov’uz!.. 19 yaşında..
Çolak videodaki olayı da hatırladı. Bu herkesin bildiği ermeni gazeteci suikastiydi..

Videodaki doktor tekrar sordu:

-Peki ya kitapevi?

Videodaki Çolak sayıklamaya devam etti:

-Çocukların gittiği evler ve tatil programlarından, üç dört kişiye ulaştım. Sıradan, sivillerdi. Takibe aldım. Malatya’dalarmış. Bir kitapevine girdiler. Onlar çıkmadan kapıdan kanlar sızmaya başladı. Onları da zehirlemişler.. Onlar da gençti..

Videoyu izleyen Çolak duyduklarını tahlil etmeye başladı. ‘’Bir dava üzerinde mi çalışıyorum? Görevde bile değilim..’’ diye düşündü. Videoda anlattığı vahşetin büyüklüğünü daha iyi anlıyordu. Vücudu titremeye başladı. Ancak.. Videodaki doktor gülümsüyordu.

-Çok akıllı bir polistin Çolak. Seninle ilk konuşmamızda gazetecilerle görüşmemen gerektiğini öğretmiştik. Sen görüşmedin ama ona bir ses kaydı mı verdin? Kuralların arkasından dolanmamalısın Çolak..

Çolak ‘ın gözleri faltaşı gibi olmuştu. Eliyle ağzını kapatıp ayağa fırladı. Bu olamazdı! ‘’Daha önce... Daha önce de geldim!’’ diye düşündü. Videodaki doktor ‘’seninle ilk konuşmamızda...’’ diyordu. ‘’Gazeteci? Ses kaydı? Hosrov!!’’ 
Klavyede print-screen tuşuna basıp videodaki doktorun resmini çekti. Hızla az kullandığı e-postasına gönderdi. Ayağa kalkıp Fikret’i çağırmak üzere kapıya yöneldi.. Kapılar tanıdık geldi.. Çolak bir şok daha yaşadı.

‘’Fikret biliyor..’’

6.BÖLÜM: PİLOT

‘’ Durun kapanmayın pencerelerimGüneşimi kapatmayınBeton çok soğuk, üşüyorum…’’
Çolak uzun süre uyuyamıyor, uyuduğu zaman da elektrik şoku yermişçesine uyanıyordu. Zaman ve mekan sürekli olarak yer değiştiriyor, insana uyanıkken hayaller gördürüyordu. Şu an Ankara otobüsünde olduğunu biliyordu ama beyni onu bir çukurda gösteriyordu. Çukurun kenarlarından sızan böcekler, boynunda ıslak lekeler bırakıyordu. Çolak ‘’muhtemelen otobüs koltuğunda yanımda oturan omzumda uyuyakaldı salya akıtıyor’’ diye düşünüp kendini eğlendirmeye çalıştı. ‘’Çukurun soğukluğu da muhtemelen otobüste sıcaktan bunalan bir kadının ‘ay açın şu klimaları ayol’ deyişinden sonra nispet yaparcasına sonuna kadar açılan klimalar’’

-Su alır mıydınız?

Bir omuz dürtmesi ile kendine gelen Çolak tekrar kendini otobüste buldu. Yanına baktığında kimseyi göremedi. Salya akıtan uykulu bir yol arkadaşı aradı gözleri. Klimalara tekrar baktı, kapalıydı. Hiçbirşey düşündüğü gibi değildi. ‘’Arada bir gerçek dünyadan birilerinin sorusu da olmasa hayal dünyasında yitip gideceğim anasını satıyım’’ diye düşündü Çolak. Tek bardaklık ikram suyu kafasına dikti.

Cebinden bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafta kendini izlediği videodaki doktor vardı. Onu bulmuştu. Tanınmış bir profesördü. Bugünlerde Ankara’da bir konferansta konuşmacı olarak katılacaktı. Onu bulup gerçeği öğrenmeliydi. Çünkü videoda garip olan şey aslında kendisi değildi. Profesörün, hastasının tedavisi yerine teorileriyle ilgilen iyor oluşuydu. ‘’Ve o gülümseme..’’ dedi Çolak. ‘’herşeyden haberim var gülümsemesi o biliyorum..’’

AŞTİ ’nin havasız peronlarından geçen Çolak, taksiye atlayıp konferansın yapılacağı otelin adını verdi. Taksi fahiş bir fiyata otele vardı. Çolak otel lobisinde birşeyler içmek için oturup beklemeye başladı. Bir çok iyi giyimli adam ve kadın vardı. Hepsi konferans salonundaki konuşmalar için gelmişti. Çolak konuşmacıyı bekleyecekti. Havanın kararmasına yakın lobideki garsonlar Çolak’tan rahatsız olmaya başladılar. Sürekli terleyen ve titreyen bir adam öğleden beri 11 kahve 16 da çay ısmarlamıştı. Çolak zihnini kaybetmemek için kafein yüklenmesi gerektiğini düşünüyordu. Hava kararınca otelin kapısının önünde bir taksi belirdi. İçinden çıkan adam Çolak’ın kalbinin daha da artmasına neden oldu. Beline sakladığı tabancasını usulca çıkarıp konferansa yetişmek için koşturan profesörü karşılamaya kalktı. Dönen kapıdan çıkan profesör Çolak’ı görünce hayalet görmüş gibi oldu. Çolak belindeki tabancayı gizlice gösterip profesöre otelden çıkmalarını işaret etti. Profesör Çolak gibi birine güvenilmeyeceğini bilirdi. Söyleneni harfiyle yapıp bir taksi çevirdiler. Ne Çolak ne de Profesör arabada hiç konuşmadılar. 

Neden sonra bir apartman dairesine geldiler. Profesör kibar olmaya özen gösteriyordu. Ama Çolak’ın buna hiç zamanı yoktu. İçeri girer girmez Çolak’ın yumruğu Profesörün yüzünde patladı. Profesör afallamıştı. Çolak onu kollarından tutup bir sandalyeye oturttu. Silahını çıkarıp iki kaşının arasına dayadı. Profesör çok korkmuştu. Çolak sinirden köpürüyordu. Dişlerinin arasından adeta tısladı:

-Şimdi.. Herşeyi.. Tek tek.. Anlat.. Bir daha sormam..

Profesör ‘’tamam’’ anlamında kafasını salladı. Çolak silahı indirdi.

-Anlatsam da inanılmaz olana inanmayacaksın..

Çolak açık olan televizyonun sesini kısıp silahı bir daha doğrulttu:

-Denemeye ne dersin?

Profesör bir yudum su istedi. Sonra kafasını kaldırıp hoca moduna geçti. Sanki anfide ders anlatır gibiydi:

-Beyin, elektrik ve manyetik alanlar dahilinde faaliyetini sürdürürken, elektrotlar tarafından kolaylıkla alınabilen radyo dalgaları yayar. Bu, yüz yıla yakın bir süredir biliniyor. Yeni olan, şimdi bir bakıma, ne düşündüğünüzü bilen, analiz edebilen bilgisayarlara sahip olmamız. Saniyenin onda biri kadar bir sürede beyin ve bilgisayar ilişkilendirebiliyoruz ve bam! Denek istenen hareketi yapabiliyor..

Çolak ‘’denek mi? Biz birer deney hayvanları mıyız?’’ diye düşündü. Profesör devam etti:

-Bizler telegramı kullanmayı öğrendik ve açıkçası işler hiç de düşündüğümüz gibi gitmedi.

Çolak söze girdi:

-Tele ne?

Profesör silaha bakıp devam etti:

-Çok düşük veya çok yüksek frekans aralığında, veya bitişik ultrasonik yelpaze genişliğinde ve frekanstaki işitilir olmayan taşıyıcılar yoluyla, yaptırılmak isteneni ikna için, işitilir, sözlü bilginin beynin içine hoparlör, kulaklık veya piezo-elektrik dönüştürücüler kullanılarak verilmesine dayanan sessiz irtibat sistemi..

-Yani?

-İnsanlar bilgisayar, biz programcılarız..

Çolak bunan inanmıyordu.

-Saçmalama! Bize ne içirdiniz?

Profesör bu beladan kurtulmanın tek yolunun gerçekleri anlatmak olduğunu biliyordu:

- Bilimadamları, bu bilgisayar destekli EEG’leri kullanarak, beynin düşük genlikteki duygu imza kümelerini belirleyip tecrid edebiliyor, bunları bilahare sentezleyip bir başka bilgisayara aktararak depolayabiliyor. Başka bir deyişle; bilim adamları, bir insanın belli bir duyguyu yaşadığı anda ortaya çıkan hassas ve karakteristik beyin tabloları üzerinde çalışarak, bu yolla kişiye ait duygu deneyimlerinin tanımlanabilmesini ve o andan itibaren onu çoğaltmayı başarabiliyor. Bu kümeler, daha sonra sessiz ses taşıyıcı frekanslara yerleştirilerek, aynı temel duygunun bir diğer hedef kişide ortaya çıkmasını sessizce tetikliyor.

Çolak:

-Şunu anlayabileceğim dilde anlatsana sen!

Profesör zorlanıyordu:

-Yani.. Yani nasıl anlatabilirim. Yoğun bir duygu yaşayan insanların acılarını veya öfkelerini, bir başka insana gönderebiliyoruz. Veya duygusunun şiddetini olağanüstü arttırarak ona istediklerimizi yaptırabiliyoruz. Mesela anne-babasıyla kavgalı bir çocuk düşün, yaşadığı nefreti arttırıp yönlendirebiliyoruz. Veya eşinden boşanan bir kadının hüznü.. 

Çolak sözünü kesti:

-Veya milliyetçilik duyguları.. Santini ve Hosrov cinayetlerinde yaptığınız buydu değil mi?

Profesör:

-O işler bildiğin gibi değil..

Çolak daha da sinirlendi. Susturucuyu namluya takamadığı için televizyonun sesini sonuna kadar açtı. Dönüp Profesöre bağırdı:

-Ya da Malatya’da din duygularının mı şiddetini arttırdın ey professor? 

Profesör iyiden iyiye korkmuştu:

-Çolak bak beni arıyorlardır. Seni de bulurlar. Bunlar hiç olmamış varsayabiliriz. Hafıza kayıpları yaşıyorsun değil mi Çolak? Sanrılar? Titremeler? Cep telefonlarının şarjı çabuk biter.. Artık çok şey biliyoruz Çolak. Bu deneyleri hep yapıyoruz.

Çolak silahı tekrar çıkarıp kafasına tekrar dayadı:

-Peki şuan kiminle meşgulsünüz?
-Bil.. Bil.. Bilmiyorum!

Çolak mermiyi namluya sürünce Profesör dayanamadı:

-Tamam tamam tamam.. Sakin ol! Bir pilot tamam mı? Bir helikopter pilotu! Sadece bunu biliyorum.. Yozgat’ta olabilirler..

Çolak sordu:
-Bir helikopter pilotuyla ne yapmayı hedefliyorsunuz be?!

Profesör artık ağlamaya başlıyordu:
-Vallahi Çolak.. Benim suçum değil. Biz sadece bilim yapıyorduk. Ama gelip bizim deneklerimizi belirlemeye başladılar.. Sonra…

Çolak haykırdı:
-Pilot ne yapacak be adam söylesene!

Profesör gözyaşlarını siliyordu:
-Küçük partilerden birinin liderini taşıyor. Dağın birine çarpacaklar..

O anda ikisinin de gözleri ekrana bakakaldı. Spiker son dakika gelişmesini aktarıyordu. Küçük sağ partilerden birinin başkanı mitinge gittiği sırada helikopterle bir dağa çakılmıştı. Ekrandaki akut görevlisinin son sözleri şu oldu:

‘’Oldukça soğuk olan iklim yapısı sebebiyle kaza mahaline ulaşmakta güçlük çekiliyor. Eğer birkaç saat içinde helikoptere ulaşamazsak kazazedeler hipotermi geçirebilir.. yani soğuktan, donarak hayatını kaybedebilirler...’’

7.BÖLÜM: TESİS

Rektör Fikret’i karşısına almış fırçalıyordu:

-Sen nasıl olur da bir deneği bırakırsın? 

Fikret konuşmuyor, mahçup bir ifadeyle Rektör’ü dinliyordu.

Çolak’ın üniversiteden çıkmasına izin veren herkes için küplere binen Rektör, kendisini taşıyan golf arabasını kullanan şoföre bile kızmadan edemedi:

-Çukura girme be adam!

Fikret idare binasına geldiğinde indi. Rektör halen arkasından konuşmaya devam ediyordu. Golf arabası biraz ilerleyince laboratuvarda durdu. Rektör aşağı iner inmez onu iki asistan karşıladı. Rektör gördüğü ihtimam üzerine biraz sakinleşti. Laboratuvar kapısından giren üçlü birlikte alt kata indiler. Oradan açılan bir demir kapı ile uzun bir tünel ile karşılaştılar. Üçü de bu yapı ve tünele defalarca girmiş gibi rahatlardı. Dar ve ışıklı tünel son bulduğunda bir hole çıktılar. Rektör işaret etti ve asistanlardan biri duvardaki gizli düğmeye dokundu. 2 metrekarelik beton duvar kendi ekseni etrafında dönmeye başladı. Bu sistem, otellerdeki döner kapılara benziyordu. Yarım açılan boşluktan içeri giren Rektör asistanlara holde beklemeleri gerektiğini işaret etti. Asistanlar hareket etmediler. İçeride kapatma düğmesine basan Rektör, beton duvarın aynı şekilde kapanmasını sağladı.

Biraz ilerisinde camlarla kaplı bir tesis vardı. İçeride biri kadın iki yaşlı doktor da Rektör’ü bekliyorlardı. Rektör kapıya yaklaştığında kapı kendiliğinden açıldı. Rektör kendisini bekleyen 2 doktoru selamladı. Bilgisayarlara biraz baktıktan sonra sordu:

-Bünyamin Hocam gelmeyecekler mi?

İki doktorun da yüzleri asıldı. Erkek olan söze girdi:

-Efendim aslına bakarsanız Bünyamin hocadan haber alamıyoruz. Ankara’daki konferansa da katılmamış. 

Rektör duyduklarına inanamıyordu. Sinirden yerinde oturamadı:

-Ne demek? Nasıl oluyor? Yahu siz! Korumalar nerde? 

Kadın doktor söze girdi:
-Sakin olun efendim. Otelin güvenlik kameralarından tespit ettik. Kaçırılmış. Hem de Çolak tarafından..

Rektör kravatını gevşetti:
-Çolak mı? Yahu biz o adamı bitirmedik mi? Nasıl bulabilir Bünyamin Hoca’yı?

Erkek doktor cevap verirken ses tonu manidardı:
-Bilemiyoruz efendim ama içerideki kız yüzünden olabilir mi diye düşünüyoruz.

Rektör şaşırmıştı. Kadın doktor da meslektaşını onaylar bir ifade takındı. 
-Şu.. Şu.. gazeteci kız mı? diye sordu Rektör.

Doktorlar ‘’evet’’ manasında başını salladı.

Odadan hışımla çıkan Rektör yürürken bağırmaya devam ediyordu:
- bitmiyor.. bitmiyor.. bitmiyor.. bu sorunlar bi türlü bitmiyor..

Yatay bir asansör sistemiyle yan taraftaki bölmeye geçen üçlü şifreli bir kapıdan geçtiğinde, kağıt oynayan özel timle karşılaştılar. Özel tim ekibi Rektör’ü gördüklerinde hızla toparlanıp hazırol vaziyetine geçtiler. Rektör iyiden iyiye delirmişti. Onlara da demediğini bırakmadı. 

Burası deneklerin tutulduğu tecrit odalarıydı. Karşılıklı 4’er odadan 8 tane hücre vardı. Demir kapının ardındakine bakabildiğin küçük deliklerden bağırdı Rektör:

-Gazeteci! Senin derdin bitmeyecek mi hiç? Çolak’ı nerden tanıyorsun?

Kapıdaki deliğe uykusuz bir çift göz yaklaştı:
-Anlatırım.. ama tek bir şartla..

Rektör yanındakilere döndü:
-Bak ya! Bir de şart koşuyor! Eee? Neymiş Şahika hanım?

Delikten bakan gözler diğer doktorlara da baktı:
-Bana burada ne yaptığınızı söyleyin, size Çolak’ı vereyim.

Rektör yumruğunu sıkıp havaya kaldırdı ama Bünyamin Hoca çok kıymetliydi. Onu mutlaka bulmalıydı. Hem denekler yan etki olarak sürekli hafıza kaybı yaşıyordu. Burada ne yaşanırsa yaşansın bu denek kimseye bişey anlatamayacaktı.

-Tamam, kabul. Bir işine yaramaz.. Unutacaksın nasılsa.. Ama buyursunlar doktorlar anlatsın sana.. 5 dakika sonra burda olacağım ve sen de sözünü tutacaksın! diyip çıktı.

Denekle yalnız kalan doktorlar birbirlerine baktı. Söze kadın doktor girdi:

-Biz.. kocamla beraber davranış bilimleri ve beynin nöral gelişimi üzerinde uzmanız. 1972’de Amerika’da çok çarpıcı “dıştan etkileme” deneyine şahid olmuştuk. Psikolog Dr. Delgado, bir stadyumun ortasında, dört nala saldıran bir boğanın gelişini, televizyon kumandasına benzer bir araçla, kıpırdamadan seyrediyordu. 5-10 adım kala elindeki bir düğmeye bastı. Azgın boğa durakladı, sonra da sakin sakin etrafta gezindi. Delgado bir başka düğmeye basınca hayvan yine kızgın hâline dönüştü, burnundan köpükler saçıyor, ön ayağıyla tepiniyor ve saldırıya hazırlanıyordu ki bir düğmeyle tekrar uslu öküz oldu! Bu farklı davranışlar, boğanın daha önce deri altına yerleştirilen çipler sâyesinde, beyninin öfke ve huzur bölgelerine elektrik vermekle oluyordu. Oldukça etkilenmiştik.

Kocası devam etti:
- Delgado deneyin sonucunda bize ser verip sır vermedi ama NSA’da çalışan bir Türk, bu konuda bize yardımcı olabileceğini söyledi. İşte biz burada, Bünyamin hoca’nın tekniklerini geliştiriyor ve Delgado’nun yaptığının da ötesine geçmeye çalışıyoruz. 

Şahika duyduklarını anlamaya çalışıyordu:
-Bünyamin hoca?

Kadın doktor devam etti:

-Duyguların özel bilgisayarlarla kontrol edilebileceğini bize kanıtladı. Deneklere yerleştirilen transdermal, yani deri altı alıcıları sayesinde deneklerin hem beyin fonksiyonları uyarılabildi hem de eşzamanlı kayıt altına alınabildi. Dahası, bu sayede talebe dayalı bildirimler bilgisayara uyarlanabiliyor ve deneğin davranışı kontrol edilebiliyor.

Şahika gözlerini kısıp tekrar sordu:
-Peki ya bu alıcılar tespit edilirse?

Erkek doktor karısının söze girmesine fırsat vermeden cevap verdi:
-6 yaşında sana kimlerin, hangi aşıyı yaptıklarını hatırlıyor musun? Veya apandisitin alındığında narkoz altında sana neler yapıldığından? Şüphe duymuyorsan, sorgulamazsın. Ama böyle spesifik durumların üstesinden gelmenin de bir yolunu bulduk. Telegram sayesinde denek hem söyleneni yapıyor, hem de kısa süreli hafıza kayıpları yaşıyor. Hayaller ve sanrılar onu yaşayan bir ölüye, zombiye dönüştürüyor. 

Eşi tamamladı:
-Ve iyileşse bile bunu tam olarak hatırlamıyor. Anımsıyor.. Ama hayal ve gerçeğin karıştığı anılar bunlar..

Şahika yutkundu:
-Onlara neler yaptırıyorsunuz peki?

İki doktor birbirlerine baktı. Kadın doktor cevap verdi:
-İlk önceleri basit şeyler düşündük. Her türlü fobi, davranış bozuklukları hatta alzheimer tedavisinde bile düşündük..

Kocası devam etti:
-Ancak bu işler biraz maliyet ve yüksek gizlilik gerektiriyor. Bunu da bu ülkede size sadece bazı insanlar sağlayabilir.. Rektör Bey gibiler.. Elbette onun da bağlı olduğu insanlar var. Kim olduklarını bilmiyoruz.. Askerler.. Bürokratlar.. İşadamları.. Nato.. gerçekten bilmiyoruz. Açıkçası umursamıyoruz da.. Biz burada sadece bilimadamlarıyız ve sonuçlarla ilgileniyoruz. Bizler burada yakın çağın bilimini inşa ediyoruz.

Şahika sesini yükseltti:
-Aptallar! Katiller üretebilirler! Siyasete yön verebilirler! İşadamlarını yönlendirebilirler! Kaos yaratabilirler! Bilim inşa ediyorlarmış! Sizler kaosun mimarlarısınız! Hosrov’un suçu neydi? Neden onu bir çocuğa öldürttünüz?

Doktorlar ses çıkarmadı. Elektronik koridor kapısı açıldı ve Rektör içeri girdi. Delikten dışarı bakan iki cılız göze sordu:

-Anlat bakalım! Çolak’la ilişkin ne? Nerde şu an?

Demir kapıdan bakan gözler geriye doğru adım attı ve gözden kayboldu. Şahika karanlıkta konuşurken sesinde alaycı bir ton vardı:

-Çolak mı? O da kim? Hahahahhaaaa....

8.BÖLÜM: UYKUSUZ GÖZLER

Çolak küçük el kamerasının play tuşuna bastı. Küçük ekranda Profesör, yani Bünyamin Hoca’nın görüntüsü vardı. Yere bakarak konuşuyordu. Ara sıra da ekrana bakıyor, sonra utanır gibi tekrar gözlerini yere dikiyordu.

‘’Elektronik gözetim amacıyla, beynin konuşma merkezindeki elektrik faaliyetleri, kurbanın sözlü düşüncelerine çevrilebilir. Uzaktan Nöral Denetim, yani Remote Neural Monitoring (RNM), kulağı devre dışı bırakıp ses haberleşmesinin doğrudan beyne gitmesini sağlayarak, şifrelenmiş sinyalleri beynin işitme korteksine gönderebilir. NSA ajanları bunu, paranoid şizofrenin karakteristiği olan işitilir halüsinasyonları taklid ederek, kurbanların takatini gizli biçimde kesmek için kullanıyorlardı.’’
‘’Uzaktan Nöral Denetim, kurbanla herhangi bir temas olmaksızın, bir kurbanın beyninin görme korteksindeki elektrik faaliyetlerini planlayabilir. Bu sayede gözleri ve optik sinirleri atlayarak, doğrudan görme korteksine görüntü gönderebilir. 1980’lerden beri NSA ajanları, beynin programlama gayesi için, gözetim altındaki kişi REM uykusunda iken, onun beynine gizlice görüntü yerleştirmek için bunu kullanıyorlardı’’
‘’Biz de 2000 yılında, yani milenyumda telegram programını Türkiye’ye getirmek için bir tesis kurduk ve faaliyete başladık. Denek bulmak yasal olarak zor ve sorumlulukları çoktu. Bunun için bize devlet içindeki derin yapılar ve ona bağlı birimler yardımcı oldu. İlk deneğimiz; örgüt liderliği ile suçlanan Salih Mirza idi. Onlar, hem Mirza’nın tutuklu kalmasını sağlamak hem de deneylerimizde kullanmamız için bizlere sınırsız olanaklar sağladılar. Rektör bütün bağlantılarımızı kuruyor ve istediğimiz kaynağa ulaşmamızı sağlıyordu. İlk önceleri denek Mirza’da başarısız olacağımızı düşündük. Ama yanıldık.. Yemek tarifi alırmış gibi, kitaptaki bütün basamakları tek tek takip ettik. Elimizde hayaller ve sanrılar gören, gerçeklik algısını kaybetmiş ama gayet mantıklı bir adam kaldı. Örneğin bahçeye çıktığında denizde olduğunu görüyordu. Bahçede olduğunu bildiği halde bedenindeki her algısının denizde olduğunu söylemesini sağladık. Tesisten bahçeye baktığımızda, düz bir arazide dalgaların arasında ayakta durmaya çalışan, salınan bir adam gördük. Mirza ilk başarılı telegram deneği oldu.’’
‘’Eğitim görmemiş, sokakta yaşayan, kimsesiz insanları kullanamazdık. Çünkü gerçeklik algısını kaybedenler, böylece akli melekelerini de kaybediyordu. Ancak eğitimli ve açık fikirli insanlar, telegram yönlendirmesine uyum sağladılar. Böylece yerel yönetimlerden, bürokratlara hatta diplomatlara kadar gizli deneklerimiz oldu. Baş ağrısı için yoga önerilen bürokrat, yarım saat transta kaldığını zannederken; 3 saatlik bir operasyondan çıkmış oluyordu. Nöral değişimler, deneğin sıradan kararları gibi dururken, aslında onları bizler programladık. Evet.. Bu mümkün.. En azından, artık mümkün...’’

Çolak stop düğmesine bastıktan sonra hala sandalyede oturan Profesöre baktı. Adam çok bitkin görünüyordu. Çantasından çıkardığı usb kablosunu kameraya bağladı ve e-postasına upload etti.

Profesör yüzünü yerden kaldırmadan konuştu:
-İstediğini aldın.. İtirafım elinde.. Daha ne istiyorsun?

Çolak tepkisizdi:
-Görüntüyü upload ettim ve tanıdığım birine gönderilmek üzere ayarladım. Yani başıma bir iş gelirse, olur da bu yaşadığım şeyleri unutursam, sizi kelepçelemeleri için ellerimde sağlam kanıtlar olmalı..

Profesör gülümsemekle yetindi.

Çolak kendinden emin görünüyordu. Profesör yüzündeki gülümsemeyi bozmadı:
-Bari bu kadar saatten sonra karım ve çocuklarımı arayıp iyi olduğumu söylememe müsade eder misin?

Çolak bu insani isteği geri çevirmedi. Çantasından sigara kutusunun hemen altında profesörün cep telefonunu çıkarıp rehbere girdi. Gözüyle profesöre baktı. 

Profesör:
-Cancağızım olarak kayıtlı.. dedi

Çolak ‘’cancağızım’’ı buldu ve yeşil arama tuşuna bastı. Telefonu kulağına götürüp çalmasını bekledi. Bir defa çaldı. İkinci çalışında modem sesine benzer bir ses duydu, garipsedi. Üçüncü ses beyninden vurulmuşa çevirdi. Elindeki telefonla birlikte yere düşüverdi. Beyninde yankılanan çınlama sesi bu defa çok güçlüydü. Gözleri kararıyordu. Profesör ayağa kalkmış yerdeki Çolak’a bakıyordu. 

-Sakin ol Çolak.. Hepsi geçecek..

Çolak gözlerini açtığında her yer karanlıktı. Gözleri görmüyor gibiydi. Oturur vaziyette uyanmıştı. Eliyle gözlerini ovmak istedi ama eli birşeye çarptı. Hayır.. Görüyordu ama kafası bir kutunun içindeydi. Tepesinde nefes alabilmesi için boşluklar vardı ama hiç ışık sızdırmıyordu. Kalbi hızla atmaya başladı. Küçücük kutuda sıkışmış beyni derin nefesler çekmeye zorluyordu onu. Ayağa kalkıp eliyle etrafa dokunmaya başladı. 2 metrekarelik taştan duvarlı bir odadaydı. Odada bir de demir kapı vardı. ‘’Burası bir hücre..’’ dedi içinden Çolak.. Bu adamlar onu ölüme terketmemişti. Kafasındaki bu fiber kutu birşeylere yarıyor olmalıydı. Sağına soluna dikkatle parmağıyla baktı ama ne bir yiv, ne bir düğme bulamadı. 

Olanca gücüyle bağırdı:
-Hainleer! Çıkarın beni burdaan!

Bir tıkırtı duydu. Birileri onu duymuştu.
-Kim var orda?

Bir süre sonra karşıdan genç bir kadın sesi duyuldu:
-Uyandın mı Çolak?

-Sen de kimsin? Beni nerden tanıyorsun?

-Sakin ol ben de senin gibi bir mahkumum. Seni getirirlerken duydum. Şu meşhur Çolak senmişsin..

‘’Meşhur mu?’’ diye düşündü Çolak:
-Peki sen kimsin?

-Şu öldürülen ermeni gazeteci var ya..

-Evet?

-Onunla son görüşen yabancıyım. Sahi bu yüzden mi burdayım ben?

Çolak sesin sahibinin güvensiz bir sesi olduğunu düşündü. ‘’Ya beni kandırıyor, ya da o da aklını yitirmiş’’ diye düşündü. O sırada içeri birçok adam girdiğini işitti. Demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Adamlar Çolak’ın ellerini bağlayıp kafasındaki kutuyu çıkarttı. Çolak bir süre etrafındakileri seçemedi. Gözleri yakın ve uzağı ayırt etmekte zorlanıyordu. Sendeleyip duvara yaslandı. Adamlar demir kapıyı aynı gürültüyle kapattı.

Demir kapıdan sızan ışığa yöneldi. Küçük bir kapakla mahkumların dışarı bakma şansı vardı. Karşıya baktığında kendisininkine benzer bir çok hücre kapısı vardı. Tam karşısındakinden ise bir çift kırmızı göz ona doğru bakıyordu. Bu o kızdı..

-Bir adın var mı?

-Şahika.. yani.. öyle sanıyorum..

-Ne kadar süredir burdasın?

-Bilmiyorum.. Tek bildiğim hiç uyumadığım. Bir şekilde uykusuzluk çekiyorum. Verdikleri yemeklerden olabilir..

Çolak genç kadının rahat tavırlarına anlam veremedi. Ama bunu belli etmeden sohbet etmeli ve durumlarını anlamalıydı.

-Burası neresi? En son hatırladığın ne? 

-En son televizyon seyrediyor ve kahvemi yudumluyordum. 

-Hosrov’la ne konuştunuz?

-Hiiç.. işten güçten..

Çolak genç kadının rahat tavırlarından bıkmıştı:
-Bence sen delirmişsin.. Bu cehennemde aklını kaybetmişsin.

Sonra dönüp muhattabına baktı. Bir çift uykusuz göz ona bakıyordu.

-Pekala zehir hafiye akıllı birşeyler mi duymak istiyorsun? Tuvaletlerde su saat yönünde akıyor, yani kuzey yarım küredeyiz. Bütün güvenlik ekibi Türk ve çoğu Türk sigarası içiyor.. Bu da demektir ki halen Türkiye’de ya da yakınındayız. Bazen balık yeriz, akdenizde yetişen türlerden.. Martı sesleri duyuluyor. Denizin kokusunu da alabilirsin. Yani Bay Scofield, akdeniz bölgesinde bir yeraltı tesisindeyiz. İnsanların kafalarına sinyaller gönderip profesyonel katillere dönüştürüyorlar..

Çolak alaycı tavırlarla konuşan kızın en azından mantıklı konuşabilmesine sevindi.

-Hosrov’u bunlar mı öldürttü?

-Öyle galiba.. ve rahip Santini’yi..

Çolak iç geçirdi.
-Çok olaylar yaşandı daha sonra.. Bir kitapevinde 3 kişiyi boğazlattılar.. Ve tabi Tahsin Kazıcıoğlu..

-Ne olmuş ona?

-Helikopter pilotu bir ara kan vermek için Kızılay’a gitmiş. Orada bunu da ele geçirmişler. Olay günü de dağa parti lideriyle dağa çakıldılar.

Bir süre sessiz kaldılar:
-Peki şimdi ne yapacaklar sence Çolak?

-Git gide eylemler büyüyor ve daha kanlı oluyor. Trabzon’da başlayan bir cinayet parti liderine suikastle devam etti. Kimbilir kimin peşindeler şimdi..

Şahika:
-Çok uykum var. Uyumak için kafamı duvarlara vurup bayılmak istiyorum artık..

Çolak ona ümit vermesi gerektiğini düşündü:
-Sakın! Kendine zarar verme! Seni burdan çıkarıcam.. 

-Nasıl?

-Bir e-posta gönderdim. Bir arkadaşım var.. 1 gün içinde içinde profesörün herşeyi itiraf ettiği bir video izleyecek. Yetkililere haber verebilir.. Bizi kurtarabilirler.

-Öyle mi? Kimmiş bu arkadaşın?

Çolak ‘’e-posta gönder’’ dizinindeki adresi hatırlamaya çalıştı. O an bir şok yaşadı. Nasıl yapabilirdi bunu? Gözlerini kapadığında adres dizini karşısında duruyordu:

‘’Fikret@edu.tr’’

9.BÖLÜM: MİMARLAR

Rektör telefonu yavaşça kapattı. Yanındaki iki doktora döndü. Onlar da telefonda neler konuşulduğunu merak ediyordu.
Rektör derin bir nefes çekti:

-Arkadaşlar.. Bir süre faaliyetlerimize ara vermek zorundayız. Açığa çıkma ihtimalimiz varmış.

Bilimadamları birbirlerine döndü. ‘’Ama neden?’’ diye sordu biri..

Rektör sakin bir tonda devam etti:
-Arkadaşlar.. Sizler bizim için çok kıymetli hocalarsınız. Faaliyetlerimiz tamamiyle durmadı. Sadece ara verildi. Çolak bir e-posta yollamış. Bünyamin Hoca söyledi. Gönderilen kişinin birilerine haber vermesi bizim sonumuz olabilir. Telekominikasyon dairesindeki arkadaşlarımız e-postanın peşine düştü bile. Onlara biraz şans vermeliyiz. Bu arada da tesisi kapatmak durumundayız.

Doktorlardan biri Rektör’e sordu:
-Peki ama içerideki iki denek? Birinde aşama kaydettik bile..

Rektör sinsi bir gülümseme takındı:
-O işi bize bırakın.

Aynı anda Çolak hücresinde bulduğu herşeyle demir kapıyı açmaya çalışıyordu. Kapı tıkırtılarını duyan Şahika kızıl gözlerini hücre deliğinden karşı tarafa dikti.
-Ben denedim. Dışarıdan kilitli.

Çolak ses çıkarmadı ve uğraşmaya devam etti. Şahika Çolak’ın kafasından çıkardıkları kutuyu hatırladı. Kendisi için de belirsiz birkaç gün içinde net hatırladığı bir görüntüydü. Çolak kendisi gibi bir denekti. Üstelik Çolak bunun kendisine ikinci defa yapılabileceğinden bahsediyordu. ‘’Ya niyeti beni öldürmekse?’’ diye düşündü. Kafasından bu düşünceleri atmaya çalıştı. Çolak kapı ile oynamaya devam ediyordu. Aniden koridor kapısı açıldı. Çolak da demir kapının hücre deliğinden dışarı bakıyordu. İçeri orta yaşlı iyi giyimli bir adam girdi. 

Doğruca Çolak’ın hücresine yöneldi. Çolak demir kapıya hızlı bir yumruk geçirdi:
-Hain! Şerefsiz! Eli kanlı katiller!

İçeri giren Fikret’ti. Elleriyle sakin olmasını işaret etti. Birilerinin duymasından endişe ediyor gibiydi.

-Sakin ol kardeşim. Seni yanılttığım için üzgünüm. Ben sadece bir bilim adamıyım. Bünyamin Hoca gibi.. hatırlıyor musun? İnsanları deney faresi gibi kullanmak.. tamam ama.. adam öldürtmek.. hele siyasilere suikast düzenlemek filan.. bunları bilmiyordum kardeşim.. ben sadece bilim adamıyım inan bana..

Çolak öfkeliydi:
-Hepsini biliyordun! Beni kullanmalarına izin verdin!

Fikret üzgün görünüyordu:
-Özür dilerim.. gerçekten.. bak, seni buradan çıkarabilirim. Askerler -neden bilmiyorum- tesisi terketmeye başladılar. Doktorlar ve asistanlar da gidiyorlar. Dışarıda sadece iki güvenlik görevlisi var.

Rektör olanları makam odasındaki bilgisayarından izliyordu. Güvenlik kameralarının görüntü değilse de ses kalitesi mükemmele yakındı. Dönüp karanlıkta oturan adama:
-Ne yani? Bırakalım da kaçsınlar mı?

Karanlıkta oturan adamın güldüğü duyuldu:
-Uğraşmaya değmez..

İki doktor da doğruladı:
-Deneklerde %92’lik bir başarı sağlamıştık. Bu defa es geçtiğimizi sanmıyorum.

Rektör ekrandaki Fikret’in görüntüsüne baktı. Harıl harıl birşeyler anlatıyordu.
Tesis hücresinde durum farklı değildi. Fikret dışarıdan ne kadar konuşuyorsa Çolak içeriden o kadar şiddetli karşılık veriyordu. 

Fikret son bir hamle yaptı:
-Bak kardeşim.. Kapıyı açacağım ama bana söz vermeni istiyorum: bana zarar vermeyeceksin.. ben de senin gibi kandırıldım anlıyor musun?

Çolak:
-Sen kapıyı aç ben sana göstericem kandırılmayı!

Şahika ilk defa sert bir şekilde bağırdı:
-Eeee! Yeter be adam! Bak seni çıkaracağım diyor! Ver sözü de çıkalım artık bu çukurdan!

‘’Çukur mu?’’ diye düşündü Çolak, otobüste gördüğü hayali hatırladı. Bu kızcağıza da şeytani tekniklerini uygulamış olabilirlerdi. ‘’İnat etmenin faydası yok’’ diye düşündü ve Fikret’e söz verdi.

Fikret her iki kapıyı da usulca açıverdi. Çolak dışarı çıktığında Fikret’e baktı ama birşey yapmadı. Karşı hücreden çıkan ve ayakta durmakta zorlanan genç kadının koluna girdi. Fikret mahçup bir ifadeyle gidecekleri yönü gösterdi.
Çolak ve Şahika hızlı adımlarla yürümeye başladı. Beton bir duvarın yarı dönmüş halde olduğunu gördü. Aradaki boşluktan içeri girdiklerinde uzun bir koridorla karşılaştı. Koridorda koşmaya başladılar.

Güvenlik kameraları olan biteni kaydediyordu. Bilgisayar ekranından uzaklaşan Rektör’ün gözleri karanlıkta oturan adama döndü:
-Halen kararlı mısınız?

Karanlıktaki adam ses çıkarmadı.

Diğer iki doktor heyecanlanmıştı. Eğilip monitörü dikkatle izlemeye başlayınca Rektör de döndü.

Uzun koridorda koşan ikilinin artık gücü kalmamıştı. Şahika yere düşmüş, Çolak onu sürüklüyordu. Aniden koridorun geldikleri ucundan iki güvenlik görevlisinin sesi duyuldu:
-Ordakiler! Durun! Silahımız var!

Çolak Şahika’ya baktı. Genç kadın yarı baygın gibiydi. Birşeyler sayıklıyordu:
-Kaç.. ve herkese anlat..

Çolak başka çaresi olmadığını anlamıştı. Koridor duvarına yasladı genç kadını:
-Geri döneceğim! Duydun mu beni?

Şahika tepki vermiyor, öylece boşluğa bakıyordu.

Çolak tekrar etti:
-Duydun mu? Adın Şahika.. soyadın ne? Nerelisin? Annen.. Baban var mı?

Şahika bir anda gözlerini Çolak’a dikti. Anlamsız gözlerle onu takip ediyordu. Çolak genç kadının aklını tamamen yitirdiğini düşündü. Güvenlik görevlilerinin ayak sesleri yaklaşmıştı. Çolak hızlı bir hamleyle koşmaya devam etti. Şahika’yı geride bırakmasının yanlış olduğunu biliyordu ama başka çaresi yoktu. ‘’Hem kız kendine gelmişti zaten..’’ diye düşündü. Koridorun ucundaki ışığı görünce daha da hızlı koşmaya başladı. Özgürlük biraz ilerideydi.
Karanlıkta oturan adam bir sigara kutusu çıkardı cebinden. 

Rektör ve doktorlar onu izliyorlardı. Sigarayı sararken sakin konuşuyordu:
-Denekler verdikleri kararların kendi özgür iradeleri ile verildiğini düşünse de, aslında tüm yaptıkları labirentteki peyniri kovalamak. Ve bizler de o labirentin mimarlarıyız..

Çolak koşarken ciğerleri patlayacak gibiydi. Tünelin ucunda bir merdiven gördü. Hızla tırmanmaya başladı. Gün ışığı artık çok yakındı. ‘’sadece bir kaç metre..’’ dedi. Aniden Şahika’nın sesini duydu:
-Çolaaak! 

Dönüp aşağıya baktığında omzunu tutan Şahika’yı gördü. Güvenlik görevlilerinden nasıl kurtulduğunu önemsemedi. Hemen geri inip Şahika’yı sırtına yükledi. Genç kadın Çolak’ın güçlü omuzlarında merdivenden yukarı çıkıyordu.

Sigarayı saran karanlıktaki adam cebinden zippo çakmağını çıkardı:
-Şimdiye kadar sayısız projeye imza attık. Ama bunlardan dördü, ülkeyi sarstı.. Önce Rahip Santini..

Şahika’nın gözlerinde 16 yaşında bir genç canlandı. Kiliseden çıkan papazı kurşunluyordu.

Karanlıktaki adam devam etti:
-Sonra.. Şu ermeni gazeteci.. Hosrov.. Çok başarılı bir deneydi..

Şahika gün ışığına çıkarken gözünün önüne yüzüstü yatan Hosrov’un delik ayakkabısı geldi.

Karanlıktaki adam çakmağını çaktı:
-Ve kitapevi.. tam bir zirveydi..

Çolak kitapevinden çıkan cenazeleri ve sedyelerden akan kanı hatırladı.
Karanlıktaki adamın yüzü yaktığı çakmağın ışığında aydınlandı. 

Konuşan Profesör, Bünyamin hocaydı:
-Tahsin Kazıcıoğlu ile bu işi nasıl yapabileceğimizi NSA ve tüm dünyaya ispat ettik!

Çolak dışarıya çıktığında bir çayırın ortasında buldu kendini. Kuyu gibi biryerden çıkmışlardı. Akşamüstü oluyordu. Şahika hiç olmadığı kadar canlıydı. Etrafa baktığında bir üniversite kampüsünde olduğunu farketti. Biraz uzakta öğrenciler çayırlarda oturuyorlardı. Genç kadının elinden tutup koşmaya çalıştığında ise durmak zorunda kaldı. Şahika hareket etmemişti. Dönüp genç kadının yüzüne baktığında kitapevinde takip ettiği adamların gözlerini gördü. Şahika’nın elinde bir silah vardı ve Çolak’ın tam yüzüne doğrultulmuştu. Çolak herşeyin bittiğini anlamıştı.

Şahika’nın gözleri doldu:
-Baba! Neden bizi terkettin?

Çolak bir anlam veremedi. ‘’Baba mı?’’

Bir anda bir el ateş sesi duyuldu. Öğrenciler sağa sola kaçmaya başladı. Ve ardından ikincisi..

Akşam güneş batarken kampüs bahçesinde iki uykusuz ceset yatıyordu.

10.BÖLÜM: İMKANSIZI GÖREBİLMEK

Ülkenin tüm canlı yayın araçları cezaevinin önünde bekliyordu. Uzun süredir hapis yatan eski bir örgüt lideri beraat etmişti. Sokaklar ‘’Mirza! Mirza!’’ diye inliyordu. İlahiler söyleyen kalabalığın arasında uzun sakallı yaşlı bir adam göründü. Gazeteciler soru yağmuruna tutmuştu. Mirza sorulara yanıt vermemeye kararlıydı. Arabasına binmeden önce bir gazeteci burnunun dibine bir mikrofon uzattı:

-Efendim akli dengenizin yerinde olmadığı doğru mu? İşkence gördüğünüzü söylemiştiniz ama adli tabip size sağlam raporu verdi. Bunu nasıl değerlendireceksiniz?

Mirza arabaya binmekten vazgeçip soruyu soran  spikere döndü:
-Telegram işkencesi gördüm. Herşeyi anlatmaya hazırım. Peki ya siz imkansıza inanmaya hazır mısınız?

koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan