RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

1 Aralık 2016 Perşembe

İzmirliler Nato'ya ''Çiğli'' Der

Seçim çalışmaları için miting hazırlığında olan Bülent Ecevit İzmir Çiğli Havaalanına indiğinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından suikaste uğradı. Kurşun Ecevit'e isabet etmemişti ama bir başkasını bulmuştu. Balistik incelemede kurşunun zehirli olduğu ve 70'li yıllar Türkiyesinde sadece polislere verilen ve nadir bulunan, ABD menşeili bir silah olduğu anlaşılmıştı. Özel Harp Dairesi'ne mahsus bu silahı ateşleyenin Çiğli Karakolu'nda bir polis memuru olduğu anlaşıldı. Ecevit bu suikastten sonra 3 defa başbakan oldu ama failler, tıpkı Adil Öksüz gibi serbest kalıp kayıplara karıştı. Ecevit yıllar sonra "kontrgerilla var" derken gizli bir teşkilattan değil, aslında NATO 'yu oluşturan güçlerden bahsediyordu.


NATO Çiğli'ye Türkiye tarihinin ilk üssünü kuracaktı.

Geçtiğimiz Haziran ayında Çiğli NATO üssü yetkilileri, Türkiye'den; "Suriye sınırında rahat uçabilmek için angajman kurallarının hafifletilmesini'' istedi. Temmuz ayında darbe olduğunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a suikast yapmaya çalışan tim, İzmir Çiğli (NATO) Üssünden havalanmıştı. Zekeriya Kuzu adlı tim lideri de ''Çiğli İmamı'' olarak biliniyordu.

Hain ite bak ite..

Darbenin püskürtülmesinin ardından bir çok darbeci subay, yine burada ele geçirildi.

Fırat Kalkanı harekatı başladığında, Suriye rejim güçlerine ait savaş uçaklarının sayısında belirgin bir artış oldu. Bazı gazeteciler, Çiğli Nato üssünde bazı Amerikan uçaklarına kamuflaj yapılarak Rusya'ya aitmiş gibi görünmelerini sağladığı hakkında iddialar ortaya attı.



Fotoğraflar yerel medyaya da yansıdı:




İddialar Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov'a soruldu. İlk anda alınan cevap herkesi şok etti: ''Türk askerine yapılan saldırıyla ilgimiz yok; Suriye'nin silahlı kuvvetleri yaptı" Türkiye defaatle ''Suriyenin topraklarında gözümüz yok! Kalıcı değiliz!'' dedikçe Suriye savaş gerekçesi ortaya atıyordu.

- Sen istiyor savaj verejek yüz dolar daha!

Oysa Lavrov'un çevirisi yanlıştı. Gerçek çok daha vahimdi. El Bab operasyonu sırasında hava saldırısıyla ölen 4 asker hakkında Lavrov aslında "Türk askerlerini ne Suriye, ne Rusya vurdu" demişti. Gözler yeniden angajman kuralları hafifletilen ve Rus uçaklarına benzetilen Nato uçaklarına çevrildi.

Amiral Kuznetsov uçak gemisini hatırlayanlarınız vardır. Rusya'nın Akdeniz'e indirdiği uçak gemisi yakıt almak için İspanya'yla anlaşmıştı. İngiltere Birleşmiş Milletler'i acil toplayıp İspanya'nın yakıt vermemesi için baskı yapılması kararı aldırdı. Nedeni Rusya'nın Suriye'de sivil katliamlar yapacağı öngörüsüydü.

- kalinka! kalinka! kalinka! maya..

İspanya, zaten anlaştığı Rusya ile İngiltere'nin başını çektiği BM arasında kalınca afalladı. Rusya oyunu görmüştü. İspanya, BM yaptırımına rağmen yakıt vereceğini deklare etti ancak Rusya bu defa ''yakıt almayacağını'' açıklayarak Kıbrıs'ın ötesine geçti. Plan devreye girmişti. Amerikan haber ajansları Halep'in bombalamasının sorumluluğunu Rusya'ya attı. Oysa Akdeniz'de konuşlanan Amiral Kuznetsov adlı uçak gemisi, Suriye üslerindeki hava savunma sistemlerini geliştirip operasyonlara katılmama kararı almıştı.

Fırat Kalkanı genişlerken, 23-28 Kasım tarihleri arasında Türkiye'nin muhtelif illerinde UFO görüldüğü haberleri yayılmaya başladı.

-Zaaa UFO gördüm qweqweqweqwe!

Sonradan bir mizah grubu bunu bir trolleme olarak açıkladı. Bu sırada Halep, havadan acımasızca tekrar bombalanmaya başlandı.

NATO kafa NATO mermer...

Birkaç gün öncesine kadar İzmir'de THY pilotları yine UFO gördüklerini rapor etti.


Tanımlanamayan uçan cisimlerin, nedense tıpkı İzmir Çiğli gibi NATO üslerinin hava sahası içinde rapor edilmesi de bi tek beni rahatsız etti sanki..



15 Kasım 2016 Salı

''Elma'' Dersem Çık, ''Apple'' Dersem Çıkma


Elma, hristiyan ve yahudi kaynaklarında Hz.Adem'i cennetten kovduran meyve olarak tasvir edilirken, mitolojilerde de önemli bir yeri var.

Kabala kaynaklarına göre elma; ışık getirenin, Lucifer (şeytan) 'in sembolüdür.

Robin Hood'un kafa üstü hedef tahtası olmasının yanısıra, yine masallarda Pamuk Prensesin de aldanmasını sağlayan bir elma mesela..

Hep mi kötü anlamı var bunun? Elbette hayır. Literatüre göre Newton'un yerçekimini bulmasını sağlayan da bir elma değil miydi? Bilişim devleri Macintosh ve Apple'ın logoları birer elmaydı :)




Amerika'nın sembol şehri New York'un bir adının da ''Big Apple'' olduğunu duymuşsunuzdur. Garipsemeyin biz de Osmanlılar zamanında Roma/Viyana şehirleri için ''Kızılelma'' diyorduk.


İskandinav mitolojisinde de yine İdun adındaki tanrıça, tanrılara ölümsüzlüğü veren elmaların bekçisi olarak tasvir ediliyor.


Herkül olarak bildiğimiz Herakles'in 11.görevi de elmalarla ilgilidir:

Toprak ana Gaia, Zeus'un karısı Hera'ya düğün hediyesi olarak; yiyen kişiye ölümsüzlük veren Altın Elma ağacını verir. Hera hesperidler olarak bilinen doğunun perilerine bu ağaca bakma görevini verir. Bunun yanında bekçi olarak da yüz başlı, zehirli pençeli ejderha Ladon'u ağacın yanına diker. 

Argos kralı Eurystheus, Herkül'ün bundan önceki 10 (başarılı) görevinde tanrılardan bir şekilde yardım aldığı gerekçesiyle 2 görev daha verir. Bunlardan ilki Hera'nın Altın Elma ağacından elma çalmak olacaktır. Herkül bu görevi tamamladığında ölümsüzlüğe erişir.

Hesperidler ve elma bahçesi deyince aklıma bugünlerde vizyona giren Ekşi Elmalar (Yılmaz Erdoğan) gelmedi değil. Sahi, reis bey ve üç güzel kızı; nasıl da benziyor Atlas ve kızlarına ;)




Elmayı yatay kestiğinizde çekirdek kısmının yıldız (pentagram) şeklinde olduğu görülür. 



Bir çok kaynakta elma ile pentagram sembolize edilmiştir. Bunun sebebi Venüs'ün gökyüzündeki yörüngesinin de tıpkı bir yıldıza benzemesidir.





Yine günümüz biliminin temellendirildiği yunan efsaneleri de buna benzer bir şeyi anlatıyor:

Efsaneye göre fesatlık tanrıçası Olimpos'ta davet edilmediği bir düğünü karıştırmak için ortaya üzerine ''en güzeline!'' yazdığı, altın bir elma atıyor. Tanrıçaların her biri kendisinin en güzeli olduğunu iddia ettikleri için tartışmaya başlıyorlar. Nihayet altın elmanın kime gideceğine karar vermesi için Zeus'a gidiyorlar. Zeus, tanrıçaların arasında karısı Hera da olduğu için karar vermenin doğru olmadığını düşünüyor. Bu zor görevi Kaz Dağları'ndaki bir çoban olan Paris'e veriyor. Paris, Hera, Afrodit ve Venüs tanrıçaları arasında seçim yapmak zorunda kalıyor. Hera ve Afrodit kendilerini seçmesi karşılığında insanın aklının alamayacağı vaatlerde bulunuyor. Venüs ise, vaat edilenlerin güzelliği örtebileceği endişesini dile getirerek hiç bir vaatte bulunmuyor. Tarihin kayıtlara geçen ilk güzellik yarışmasını, altın elma ödülüyle, böylece güzellik tanrıçası Venüs kazanıyor.

Elma, pentagram ile, pentagram Venüs ile özdeşleşiyor.





''Oval Ofis dediğiniz yer, aslında biraz genişçe bir oda. Başbakan Erdoğan ile Başkan Obama’nın görüşmeleri uzayınca, program değişti. Hesapta olmamasına rağmen, bizleri içeri davet ettiler ve iki lider açıklama yapmaya başladılar. Bir ara gözüm, odanın kenarında bekleyenlere takıldı. Başkan yardımcısı Biden, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones, Dışişleri Bakanlığının yeni parlayan isimlerinden Phil Gordon. Ne göreyim, Başkan’ın yemesi için hazırlanmış elmaları almışlar, hem sohbet ediyor, hem de karınlarını doyuruyorlar.''


Böyle diyordu rahmetli Mehmet Ali Birand 2009 Hürriyet yazısında.. Birand'ın yazısının temel amacı, Oval Ofis ve Amerikan başkanının, dolayısıyla amerikan devletinin sadelikten yana olduğu, müsrif olmadığı algısıydı. Nitekim yazının ilerleyen bölümlerinde ''Obama'nın masası eski kokuyor'' diye de ekliyordu. Yılların kurt gazetecisi, kadim bir algı manipülasyonu deniyor olsa da, söz konusu amerika olduğunda sembollerin, tabloların, ikonaların, heykellerin, hatta şömine üstü duran şamdanların bile bir hikayesi olduğunu biliyordu. 1 doların üzerine envai çeşit sembol yerleştiren kurucu mason amerikalılar, başkanlık ofisini es geçer mi zannediyordunuz? Elbette hayır.








Bu elmalar, ilk önce Obama'nın ''oval ofis dekorasyonu'' olarak lanse edilmiş, daha sonra ''eşi Michelle'in sağlıklı seçimi'' olarak evrilmiş, nihayet ''eski başkanlar da kullanıyordu, misafirler için sunumu ve tüketimi kolay yiyecek'' olarak tanıtılmıştı. 



Nitekim takım elbise giyen adamlar için, elma yerken suyu üzerine dökülmez, çekirdekli tüketilebilir, tek elle yenilebilir, hemen her yerde yetişen ve herkesin sevebileceği, tişleri temiz tutan, bilimum vitamin barındıran bir meyvedir.
***


ABD Başkanı Obama'nın iphone kullanmadığı haberlerini duymuşsunuzdur. Gerekçe olarak iphone'ların güvenilirliğinin olmadığı söyleniyordu. Pentagon olmak üzere ABD'deki birçok devlet kurumu kriptolu güvenliğe sahip olan BlackBerry telefonlarını tercih ediyor. Başkan Obama da bu modaya uyuyor haliyle. 
(BONUS: FETÖ PHONE )


Apple şirketinin Obama'nın başkanlığından bu yana izlediği çizgiyi takip ederseniz, büyük çöküşe şahit olabilirsiniz. Evet, dünyanın en büyük şirketi Apple günden güne eriyor ve küçülüyor. Buna Obama gibi ünlü isimlerin, menfi propagandaları da eklenince şirketin geleceği gerçekten düşündürüyor. Apple bu sırada boş durmadı elbette. imessage uygulamasında Obama ismini ''güvenliği gerekçe göstererek'' şöyle sansürledi.



2015 yılında ise fitil ateşlendi. ABD'nin Kaliforniya eyaletine bağlı San Bernardio'da engellilere hizmet veren bir devlet dairesinde saldırı gerçekleştirildi. Saldırıda 14 kişi öldü, 18 kişi yaralandı. Olayı araştıran FBI saldırgana ait bir iphone ele geçirdi. Şifreli iphone çözülmesi için Apple şirketinden talepte bulunuldu. Apple dünyadaki bütün iphone kullanıcıları arasında ''kişisel bilgilerin güvenilirliği''ni gerekçe göstererek FBI'a bu bilgileri veremeyeceğini iletti.



Olay mahkemeye taşındı. Olay bir restleşmeden öte bir devlet krizine dönmüş durumda. Dava halen devam ediyor.

Hem cumhuriyetçi, hem de demokrat adaylara kongre süreçlerinden beri teknolojik destek sağlayan Apple, demokrat Obama ile de Cumhuriyetçi Trump ile de böylece kötü olmuştu. Öyle ki Trump, hem konuşmalarında hem de twitter aleminde apple için boykot çağrısı yapmıştı.

Geçen hafta Obama ve yeni başkan Trump başkanlık ofisinde bir araya geldiler ve şöyle fotoğraflar verdiler. Sanki başkanları değil, elmaları gösteriyorlarmış gibi :)






16 Ekim 2016 Pazar

Mu''DABIK'' Mıyız?

Haber şu: ''Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) DAEŞ'in kontrolündeki DABIK'ı ele geçirdi''

Haberin detaylarına bakarsanız, TSK'nın düzenlediği hava operasyonlarıyla ÖSO'nun ilerleyişinde kilit rolde olduğunu görürsünüz. Yani bir manada Dabık'ı Daeş'ten temizleyen Türkiye orduları.


Peki Halep'in Azez ilçesine bağlı küçücük bir köyün ele geçirilmesi neden bu kadar önemli?

Bir çok nedeni var ama önce Dabık hakkındaki bildiklerimize odaklanalım. 

Adını ilk defa ortaokul tarih kitaplarında duydum. ''Dandanakan'' gibi söylemesi zevkli bir zafer olduğundan ''Mercidabık'' muharebesini unutmadım. Yavuz Sultan Selim Han'ın Mısır seferi sırasında (24 Ağustos 1516) Memlüklü'leri hallaç pamuğu gibi dağıttığı bir zafer olarak tanımlanır. Dabık zaferinden sonra aralarında Suriye ve Filistin'in de bulunduğu bir çok ortadoğu kenti osmanlıya katılmış, ayrıca Mısır ve Arabistan 'ın fethinin önünü de alabildiğine açmış. Yani bu ilk defa duyduğumuzu sandığımız Dabık, bildiğimiz Mercidabık aslında..

Gelelim nedenine: 

Ortadoğu'nun halkları genelde pozitif bilimlerden çok; rivayetler, efsaneler, kerametlere inanır. ÖSO birliklerine ''Dabık, Halep'in fethi için şu açılardan jeopolitik, stratejik öneme sahip'' derseniz askeri yerinden kaldıramazsınız. Ama ''Melhame-i Kübra'' derseniz, gözlerindeki ateşi Fırat ve Dicle bile söndüremez. 

Peki nedir bu ''işkembe-i kübra'' gibi söylenen şey? Armageddon, Bruce Willis'in başrolünde olduğu bir kıyamet filmidir ama adını Meggido dağından alır. Evanjelistler büyük kıyamet savaşı olarak adlandırıldığı, sonrasında Mesih'in zuhur edeceğine inandığı Armageddon savaşının burada gerçekleşeceğine inanır. Bu inanışın ortadoğu tezahürüdür Melhame-i Kübra..

Hz.Peygambere atfedilen hadis şu şekilde rivayet edilir:
"Yakında siz Rumlar'la emin bir sulh yapacaksınız. Sonra siz gaza edeceksiniz. Onlar da gerinizde sizin gaza ettiğinize düşman olacaklar. O harpten muzaffer çıkacak ve ganimet alacaksınız. Sonra yeşil bir ovaya konacaksınız. Orada bir Rum neferi salibini (haçı) kaldıracak ve diyecek ki: "Haç galip geldi."
Rivayetin devamı çok daha ilginçleşiyor. Mehdi'nin komuta ettiği İslam ordusu bu zaferi kendisine atfeden ve haç kaldıran neferi öldürdüğünde (yaklaşık 9 ay sonra) haçlı ordusu milyonlarla ifade edilen bir ordu ile müslümanlara saldıracaklar..

Bu aşamadan sonra kıyamet senaryosu giderek bir Michael Bay filmine dönüşüyor gibi görünse de devamı şöyle:

Dabık ve Amik’te “Rum ordusu”nun yenilmesinin ardından büyük savaşın devamında, Mehdi ordusu Kibar Feyzo ayarında ''hazır yola çıkmışken İstanbul'a kadar uzanalım'' diyecek ve Konstaniyye’nin (işgal altındaki İstanbul) fethi başgösterecek. 

Dedik ya kıyamet senaryosu.. 

Bu muzaffer ordu durmayacak ve son olarak da Rumiyye’nin (Roma) fethini gerçekleştirecek.

Daha sonra bu senaryoya ''fantastik bişeyler de ekleyelim hacı izleyici kitlesinin yaş ortalaması çok yüksek oldu'' diyerekten finalde Deccal'i de zuhur ettiriveriyorlar. Sonrası malum...

Bütün bunları neden mi anlattım?

Daeş bugün dünyaya propaganda dergilerini servis ediyor. 

Adı ne biliyor musunuz? DABIK

Peki kanlı örgütün resmi ajansının adı ne? AMİK

İnternet haberciliği de yapıyorlar.. Adı KONSTANTİNİYYE

Yeni çıkaracakları gazetenin adını da açıkladılar: RUMİYYE

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Türkiye'nin Kahramanları - 02

BÖLÜM 02: EMANET BALA

Cumhurbaşkanlığı külliyesinde olağan dışı bir hareketlilik vardı. Cumhurbaşkanı daha önce kullanılmayan bir odanın açılmasını emrettiğinde, hiç kimse yeni bir dönemin başlayacağını fark etmemişti.

Cumhurbaşkanlığı özel direktörlerinden Korkut Bey, bu emre anlam verememişti. Külliye’ye bir misafir geleceği söylenmişti ama var olan en güvenlikli katın bu misafire ayrılması anlaşılır bir şey değildi. Az önce Cumhurbaşkanının özel telefonunda konuştuğunu ve misafirin derhal külliyeye getirilmesi talimatını duyduğunda, reis-i cumhur’un bir sağlık problemi olduğunu düşündü. Gelen kişi özel bir doktor olabilirdi. Veya memleket nükleer enerji çalışmalarına yeni başlıyordu. Belki de çok gizli bir nükleer silah uzmanı filan gelecekti. Yaşanan hareketlilik ancak bunun gibi olağan dışı bir şeyle açıklanabilirdi.


İşe alındığı günden itibaren kendisine özel bir görev verilmemiş, külliyedeki odasında boş vakitler geçirmişti. Şimdi ise gelen misafiri karşılaması ve özel katına kadar eşlik edilmesi söylenmişti. Bu misafirlerden kendisi sorumlu olacaktı.

‘’Tamam aylardır boştayım bir iş yaptığım yok ama bir otel görevlisi de değilim’’ diye düşündü Korkut Bey.

Kulaklıktan koruma müdürünün sesi duyuldu: ‘’Misafirler külliyeye giriş yaptı.’’
Korkut bey eğilip camdan külliyenin ön tarafındaki alana baktı. İçerinin aksine dışarıda hiçbir hareketlilik yoktu. Bu misafirler her kimse gizliliğe önem gösteriliyor, ön kapıdan girmeyecek kadar tedbirli davranıyordu. Külliyenin altında gizlenen tünellerden birinden giriş yapacaklardı. Korkut Bey hızlı adımlarla C3 tünelinin çıkış kapısına doğru yöneldi. Bir süre sonra koşturarak geldiğinde koruma müdürü ve bet suratını da çıkış kapısının önünde buldu. Koruma müdürü kafasıyla selam verince Korkut Bey de istemsiz bir kafa hareketiyle onu onayladı.

Tünelin içinden sesler gelmeye başlayınca koruma müdürü içeriye açılan küçük cama gözünü dayadı. Birkaç saniye sonra geri çekilip hazırola geçti. Havalı kapı ‘’pıss’’layarak açıldı. Korkut Bey yaşanan heyecanı artık anlayabiliyordu. Gelen Nobel ödüllü kimya profesörü Aziz Hoca’ydı. Oldukça bitkin görüntüsünün altında, gurur dolu bir gülümsemesi vardı. Koruma müdürü elini uzatıp ‘’hoşgeldiniz’’ dedi. Aziz Hoca kendisine uzatılan eli samimiyetle sıkarak ‘’hoşbulduk’’ dedi. Korkut Bey o sırada Aziz Hoca’nın arkasında saklanan küçük çocuğu gördü. Yaklaşık 9-10 yaşlarındaydı. Aziz Hoca’nın torunu olmalıydı. Korkut Bey de koruma müdürünün ardından elini uzatıp Aziz Hoca’yı selamladı. Ardından küçük çocuğa doğru ‘’sen de hoş geldin delikanlı’’ diyerek bir hamle yaptı. Aziz Hoca kendisinden beklenmeyecek derecede bir çeviklikle Korkut Bey’in elinin üzerine elini koyarak kibarca çocuktan uzaklaştırdı. Korkut Bey, Aziz Hocanın yüzündeki ifadeyi asla unutmayacaktı. Aziz Hoca torununa dokunulmasından hoşlanmadığını çok açık bir şekilde belli etmişti. Utangaç çocuk da zaten kendisine uzatılan ele karşılık vermeyerek Aziz Hoca’nın bacaklarının arkasına daha da gizlenmişti.

Önde koruma müdürü, arkasında Aziz Hoca ve çocuk, onların ardında da Korkut Bey ve gelirken eşlik eden korumalar C3 koridorundan, 185 metrelik güney koridoruna geçtiler. Yavaş adımlarla uzun süren yürüyüşün ardından soldaki bir danışmanlık odasından Cumhurbaşkanı ve yaveri aniden çıkıverdi. Cumhurbaşkanının misafirlerini her zamanki karşıladığı yerde karşılamaması gizliliği bir kat daha arttırdığının kanıtıydı. Cumhurbaşkanı gelen misafirlerine gülümseyerek içeriye buyur etti. İçeri giren misafirlerden sonra koruma müdürü yaverin yanına dikildi. Ne yapacağını bilemeyen Korkut Bey kapının önünde beklerken Cumhurbaşkanı

-   Sen de gel bakalım Korkut.. deyiverdi.

Korkut Bey bu kadar gizli bir buluşmanın bir parçası olduğu için şaşkındı. Koruma müdürü ve yaver bile odanın dışında kalmışlardı. Cumhurbaşkanı da içeriye girince Korkut Bey arkasından içeriye girdi.

Kapı kendiliğinden arkasından kapandı. Oda oldukça karanlıktı. Ortada duran bir masayı aydınlatan bir üst lamba ve sandalyeler dışında gözle görülür pek bişey yoktu. Misafirler ve reis-i cumhur masanın etrafında oturarak sohbet etmeye başladılar. Korkut Bey’in gözleri halen karanlığa alışamamıştı. Cumhurbaşkanının kafa hareketiyle o da bir sandalyeye kıvrıldı. Cumhurbaşkanı ve Aziz Hoca göz göze, karşılıklı oturuyorlardı. Korkut Bey’in karşısında da çocuk. Çocuk beyaz tenli, siyah saçlı ve zayıf bir çocuktu. Gözleri de saçları gibi simsiyahtı. Hatta gözlerindeki iris haddinden fazla büyük denilebilirdi. Zayıflığı onu şirin gösterse de gözbebekleri korku filmlerinden fırlamış gibi görünüyordu. Çocuk ona gülümsüyordu ama Korkut Bey ciddiyeti bozmamak için karşılık vermedi. Hem az önce Aziz Hoca da torunuyla ilgili tavrını ortaya koymuştu.

Cumhurbaşkanı Korkut Beyi eli ile göstererek:

-      Buyrun Aziz Hocam, istediğiniz adamı da bulduk. Artık başlayabilir miyiz?
Aziz Hoca koca gözlüklerinin ardından Korkut Bey’e baktı. Ardından çocuğa doğru döndü ve bir süre bekledi.

‘’Neye başlayacaklar?’’ diye düşündü Korkut Bey.. Ortam git gide garipleşiyordu. Külliyeye geleli 2 hafta olmuştu ama daha önce Cumhurbaşkanı ile birebir konuşma şansı bile yakalayamamıştı. Şimdi gizliliğin hat safhada tutulduğu bir toplantıda Nobel ödüllü bir profesöre kendisi gösterilerek ‘’başlayalım mı?’’ diyordu reis-i cumhur.. Korkut Bey’in gözlerinin önüne laboratuvar faresi gibi üzerinde deney yaptığı hayaller oluşmaya başladı. Şakaklarından akan teri ceketinin kolu ile sildi. Aziz Hoca Korkut Bey’e döndü ama cumhurbaşkanına hitap etti:

-      Sanırım önce bu kardeşimize bir brifing vermem gerekiyor. Neden burda olduğunu bilmediğine eminim.

Cumhurbaşkanı ve Aziz Hoca Korkut Bey’e gülümseyerek bakıyordu. Ve o çocuk.. O gözleri.. Çok rahatsız ediciydi. Kısık sesiyle konuşabildi:

-      E.. evet.. sayın cumhurbaşkanım.. bilmiyorum..
Cumhurbaşkanı ayağa kalkıp ‘’hadi öyleyse’’ diyerek odadan ayrıldı. Aziz Hoca bu defa Korkut Bey’e döndü:

-      Korkut Bey, şimdi size anlatacaklarımın her ne kadar olağanüstü görünürse görünsün gerçek olduğunu ve büyük bir gizlilik içerdiğini bilmenizi isterim.

Korkut Bey, ‘’olağanüstü mü?’’ diye şaşırdı ‘’gizlilik mi?’’

Aziz Hoca devam etti:

-      Dünyanın yaratılışından beri özel yetenekleri olan insanlar vardı. Bu insanlar DNA kodlarına gizlenen bu yetenekler sayesinde henüz bilimin bunu açıklayamadığı şekilde olağandışı şeyler başardılar. Tarih bunun sayısız örnekleri ile dolu..

Korkut Bey kendini bir bilim kurgu filminde gibi hissediyordu:

-     Özel yetenekler derken?.. diye sordu

Aziz Hoca devam etti:

-     Şimdi tam olaran açıklayamadığım, bilimin çoğu zaman açıklamakta zorlandığı şeyler.. Zamanla daha iyi anlayacaksınız. Sadece biz değil, bütün dünya istihbarat teşkilatları bu insanları daima kendi lehine hareket edecek şekilde kullandılar. Kimi zaman bu insanlar istihbaratta, kontrespiyonajda aktif şekilde kullanılarak savaşların, krizlerin kaderlerini değiştirdiler.

Korkut Bey anlam veremiyordu:

-     Kusura bakmayın Aziz Hocam ama ben bilim adamı filan değilim. Sadece üst düzey yöneticiyim. Bir şey anlayamıyorum. Hem nedir bu yetenekler? Uçan veya görünmez olan adamlar var mı gerçekten?

Aziz Hoca gülümsedi:

-      Uçan veya görünmez olanını duymadım ama çok daha inanılmaz yeteneklere tüm dünya tarihi kayıtları şahittir emin ol.. Ve inanılmaz olanı neydi biliyor musun? Bu yeteneklerin her biri aslında bizim köklerimizden doğuyordu.

-     Nasıl köklerimizden?

-     Köklerimiz.. Yani bizden.. Bir Amerikalının soyunda böyle yetenekli insanlar yok. Veya bir fransızın, ingilizin, almanın.. Hatırla: ''Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!''

-     Ama az önce tüm dünya istihbarat teşkilatlarının onları kullandığından filan bahsettiniz?

Aziz Hoca söylediklerinin anlaşılıyor olmasına sevindi:

-     Evet Korkut, kullanıldılar. Bu kimseler öyle basit bir şekilde tespit edilemiyorlar. DNA’larına gizlenen kodlar onları eşsiz kılıyor ama hiçbir zaman bu yetenekleri harekete geçirmeden ölüp gitmiş bile olabiliyorlar. Veya tesadüfen ortaya çıktığında, zorla veya ikna edilerek yetenekleri kullanılıyor. Ruslar bir defasında birisini canlı canlı keserek üzerinde genetik deneyler bile yaptılar..

Korkut Bey duyduklarına inanamıyordu:

-      Hocam kusura bakmayın da bu söyledikleriniz gerçek dışı.. Beni bir teste filan mı tabi tutuyorsunuz burda? Hayal gücümü mü test edeceksiniz? Külliye’ye çok zor şartlar altında geldim bunu bilmenizi isterim.

Aziz Hoca gülümsemesini kesti. Artık yüzünde daha ciddi bir ifade vardı:

-      Korkut Bey başta da söylediğim gibi ne kadar şaşırtıcı gelse de bunlar gerçekler. Bilim adamları yüzyıllar boyunca bu insanları arayıp bulmaya ve kullanmaya çalıştılar. Kimse sizi test etmek niyetinde değil. Sıradan bir üst yöneticinin nasıl oluyor da hiçbir referans göstermeden külliye’de üst düzey bir görev alabildiğini merak ettiniz mi?

Korkut Bey ‘in avuçları terlemeye başlamıştı:

-     Be.. Ben.. CV’mi gönder.. gönderdim..
-     Ve ‘’şak!’’ diye kabul ettiler sizi öyle mi?

Korkut Bey çocuğa doğru baktı gözleri hala onu seyrediyor ve gülümsüyordu. Aziz Hoca devam etti:

-      Lütfen bitirmeme müsaade et.. Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldız nedir biliyor musun?
-      Sanıyorum 16 Türk devletini temsil ediyor..
-     Peki bu forsu kim çizdi? Kim üretti?

Korkut Bey fors hakkında okumuştu ama çizerinin kim olduğunu bilmiyordu. Aziz Hoca devam etti:

-     Ben söyleyeyim. Bu forsun ilk görüldüğü yer Atatürk’ün bir fotoğrafıdır. Ama onu Atatürk’ün çalışma masasına kim koydu? Neden Cumhurbaşkanlığı için kullanıldı biliyor musun? Kurucu atalarımız, 16 defa yıkılan devletin 17.si kurulduğunda, bu devletin köklerindeki 16 tılsımı da gelecek nesillere anlatmak istediler. İşte bu 16 yıldız, bahsettiğim 16 özel yeteneği temsil etmekte..

Korkut Bey alnında biriken teri sildi ve önüne baktı:

-     Söylediklerinize inanmakta güçlük çekiyorum.

Aziz Hoca elini Korkut Bey’in omzuna koydu:

-     Dediğim gibi yüzyıllar boyunca bütün dünya gizli teşkilatları, bu 16 yetenekli DNA kodunu taşıyan insanları arayıp durdular. Bu konuda her zaman dünyanın gerisinde kaldık ama artık bir fark yaratabiliriz.

Korkut Bey:

-      Nasıl?

-      Bundan 16 ay önce Kathy Niakan adındaki bir bilim kadını bir genetik bir hastalığın çözümü için bir deney yaptı. Aradığı şey kısırlık tedavisiydi ama bambaşka bir şey buldu. Bilim, artık insanlardaki DNA kodlarını çözümleyebiliyor. Bu sayede hastalıklar, genetik arızalar önceden kestirilip tedavi edilebiliyor. Bu bir devrim niteliğindeydi. Ancak ben ve arkadaşlarım Kuzey Karolina’da bu çalışmayı bu özel yetenekli insanları bulabileceğimizi düşünerek kullandık. Sonuç başarılı oldu. Yüzyıllardır aradığımız insanlar gözümüzün dibindeymiş. Artık bu insanları bulabiliriz. Hem de bütün dünyadan önce!

Korkut Bey o ana kadar fark etmediği bir şey farketti. Bu kadar gizli bir toplantıya Aziz Hoca torunuyla mı gelmişti? Kızgın bir ifade ile sordu:

-     Peki Hocam! Diyelim ki dediklerinizin hepsi doğru ve bunu kabul ettim. Bu kadar gizli bir toplantıya torununuzu getirerek turistik bir gezi mi yaptırdınız? Kusura bakmayın ama sizi ciddiye alamıyorum..

Aziz Hoca çocuğa doğru bakıp Korkut’un kulağına eğildi:

-      O benim torunum değil. Kathy Niakan ‘ın genetik bir kanser hastalığı ortaya çıkmıştı. Bütün ailesini bu sebeple kaybetti. Kendisi de bu yüzden öldü. Bu çocuk onun biyolojik, benim manevi çocuğum. Üstelik annesinden kalan mirası taşıyor, bir de işitme engelli.. Ayrıca…

Korkut Bey:

-      Ayrıca ne?

Aziz Hoca derin bir nefes aldı:

-     Ayrıca bu çocuk aradığımız 16 Türk devletindeki yeteneklerden birisi!
Korkut Bey çocuğa daha dikkatli baktı. ‘’Hem bütün ailesini kaybetmiş, hem kanser, hem de işitme engelli 9 yaşında bir çocuk!’’ diye düşündü. İçinden ‘’Bu özel yetenek ne olursa olsun bedeli çok fazlaymış’’ diyebildi. 

Korkut Bey:

-     Beni duyabiliyor mu?
-     Sizi duyamaz ama dudaklarınızı okuyabilir. Tabi İngilizce konuşursanız..
-     Yeteneği ne?
-     Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey, bir gece rüyasında ulu bir çınar gördü..
-     Hikayeyi biliyorum hocam.. Göğsünden büyüyen çınar dünyayı kuşatır.
-     Osman Bey o gün rüyasında geleceği gördü Korkut Bey.

Korkut Bey şaşırdı.

-      Yo.. Yoksa.. Yoksa bu çocuk!?

Aziz Hoca gülümsedi:

-     Nobel ödülü aldığımda beni ayakta alkışlayanlar arasında annesini gördüm. Hastalığın vücudunda verdiği hasar yüzünden ayağa kalkamamıştı. O gün bana bu çocuğu emanet etti. Kaderin cilvesine bak ki rüyayı yorumlayan Şeyh Edebali kızı Bala Hatun’u Osman Bey’e emanet etti. ‘’Bala’’ küçük çocuk demektir. Annesinin deneylerini devam ettirdim. Bu 16 yetenekli kişiyi ararken, yanıbaşımda birini buldum.

Korkut Bey sordu:

-     Ona deney mi yaptınız?

-     Elbette hayır. Annesi öldüğünden beri yalnız yatamıyordu. Benimle hanımım arasına sıkışıp uyurdu. Bir gece kalkıp yarı uyanık bana rüyasını anlattı. Rüyasında gördüğü şeyler sadece DNA uzmanlarının anlayacağı türdendi. Not alıp yarın çalışmalara giriştim. Ve buldum.. Artık bu kişileri bulmamız için gerekli tek anahtar elimizde!

Çocuğa bakarak devam etti:


-      Osman Bey’in görü yeteneği 9 yaşında bir çocukta hayat buldu!

25 Haziran 2016 Cumartesi

Türkiye'nin Kahramanları - 01

''Her şey Francis Crick Biyomedikal Araştırma Enstitüsü’nde başladı. Tüm dünya Londra’nın merkezindeki bu devasa tesiste, insan türünde doğuştan gelen hastalık ve bozukluklara bilimsel çözümler üretildiğini düşünüyordu. Oysa gerçek, çok daha inanılmazdı''
BÖLÜM 01: KOD ÇÖZÜLDÜ

Kathy Niakan liderliğindeki araştırma ekibinde 14 farklı milletten, alanında deha seviyesinde akademisyenler vardı. Fertilizasyon ve embriyoloji alanında ileri düzey çalışmalarıyla bilinen Niakan, kendi laboratuarına topladığı bu çok değerli bilim insanlarına gülümseyerek bakıyordu. Bilim adamları kendilerinden yaşça küçük olan bu hanımın telefonda iddia ettiklerini duyduklarında ilk uçakla Londra’ya gelmişlerdi. Akademisyenler genetik bilimin bu alandaki ilk insanlı deneyinin sonuçlarını merakla bekliyordu. Çünkü Niakan, olmaz denileni başarmış ve infertilite’ye sebep olan genetik kodu çözümlemişti. Bu tüm dünyada kısırlığın sona erdiği anlamına geliyordu.

Yaklaşık 7 dakika kadar süren sunumdan sonra 14 bilim adamı birbirlerine hayretle bakıyor. Bunun gerçekten kanıtlanıp kanıtlanamayacağını düşünüyordu. Olabilir miydi? 


Kanser alanında uzmanlığı ile bilinen İsveçli Thomas Lindahl gözlüğünü çıkarıp cebindeki mendille tekrar silip projeksiyondaki sonuçlara bir daha baktı. Sonuçlar inanılmazdı. Tekrar dönüp Niakan’a baktığında yüzünde garip bir gülümseme gördü. Bu bilim adamlarındaki gururdan öte, delilik başlangıcındaki birinin gülümsemesi gibiydi. On dakikadır çıt çıkarmayan bilim insanları arasında ilk konuşan Lindahl’dı:

- Kathy bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?

Kathy gözünü masanın üzerindeki üniversite dosyalarından ayırmadan konuştu:

- Hepimiz biliyoruz doktor. Bu bilimsel bir eşiğin başlangıcı..

Söze DNA uzmanı Paul Modrich girdi. Kısık sesini zorlayarak konuştu:

- Kathy az önce dünyadaki tüm hastalıkları daha doğmadan engelleyebileceğimizi bilimsel olarak kanıtladın!

Bilim adamları sadece birbirine bakıyorlardı. Bir konferansta aralıksız 3 saat konuşabilecek bilgi dağarcığına sahip bu insanlar 15 dakikadır bu laboratuarda olan bitene inanamıyor gibiydiler. Nihayet birbirlerinin duyabileceği kadar mesafede yaklaşıp fikir alışverişi yapanlar oldu ama deli gülümsemesi ile projeksiyon makinesinin aydınlattığı Kathy Niakan’a kimse bir şey diyemiyordu.Şok hali olağandan uzun sürmüştü. Kathy Niakan, odadaki diğer bilim adamlarının neden bu kadar sessiz kaldığına anlam veremedi. Her zamanki hanımefendi tarzını bir kenara bırakıp projeksiyonu kapattı ve haykırdı:

- Sizin neyiniz var? Şu anda ne olduğuna dair bir fikriniz vardır sanıyorum!

Niakan’ın aşırı çıkışını normal zamanlarda herkes heyecana bağlayabilirdi ama bu defa ortada gerçekten garip bir durum söz konusuydu. Birkaç bilim adamı birbirleriyle kaş göz işareti yaptıktan sonra ayağa kalkıp çantalarını toparlamaya başladılar. Niakan hayret dolu gözlerle bilim adamlarını seyrediyordu. Japon bilim adamı eğilip selam verdi ve hiç bir şey söylemeden laboratuardan ayrıldı. Birçok bilim adamı sadece özür dileyerek laboratuarı birer birer terk etmeye başladı.

Niakan ne diyeceğini bilemiyordu. Yutkunup sakin olmak istedi. Gözlerini kapatıp araştırma ekibinin yıllar boyunca verdiği gayretleri hatırladı. Doktor olarak ona gelen gözü yaşlı engelli annelerinin çaresizlik içindeki gözleri ona hep güç vermişti. Gözlerini açtığında laboratuar masasında sadece 3 bilim adamı kalmıştı.

Thomas Lindahl tebrik edercesine elini Niakan’a elini uzattı. O sırada Modrich de ayağa kalkmış geliyordu. Diğer akademisyen ellerini masanın üzerinde birleştirmiş oturmaya devam ediyordu.

Lindahl kendisine uzatılan eli avucunun içine alıp öptü. Bir baba şefkatiyle konuşuyordu:

- Kathy ne sıkıntılarla başa çıktığını biliyoruz. Bu başardığın şey gerçekten inanılmaz. Ama.. Ama.. Nasıl desem.. Bazı şeyler bizden büyüktür. Onlarla başa çıkmak, yel değirmenine kılıç çeken Don Kişot yapar bizi..

Niakan gözleri iyiden iyiye açılmış ve gözleri dolmaya başlamıştı. Sinir ile karışık hayret duygularını belli eden mimikler yapabildi sadece. Ardından gelen Modrich masada oturan üçüncü bilim adamına baktıktan sonra Niakan’a döndü. Onun da sesi tıpkı meslektaşı gibiydi:

- Kathy kanser sadece senin mücadele ettiğin bir şey değil. Kayıplarını biliyoruz ve bunun için yaptığın şey de mükemmel ama..

Niakan elini avucunun içinde tutan Lindahl’a hışımla bakarak:

- Tüm bunlar bu yüzden değil mi? Kanser tüm dünyada büyük bir pazar! Siz nasıl bilim adamlarısınız?

İki bilim adamı birbirine çaresiz gözlerle birbirine bakıp yavaş adımlarla laboratuarı terk etti. Niakan’ın beklediği bu değildi. Nobel ödül töreninin bir ön provası olacaktı bu. Herkes onu alkışlarken o mikrofonda gururla kanser yüzünden kaybettiklerini anacaktı. İki elini masanın üzerine sertçe vurup ‘’Aaah!’’ diye bağırabildi. Başını masaya eğdiğinde siyah kıvırcık saçları gözlerinin önünü kapatmıştı. Kafasını kaldırdığında masada kalan son bilim adamı ile göz göze geldi. Adam çıkık elmacık kemiklerinin altından gülümsüyordu. Niakan hızla kendini toparladı ve muhatabıyla kırık bir ses tonu ile konuştu:

-Afedersiniz siz.. Siz de kanserle mi ilgileniyordunuz?

Sunumun başından sonuna dek ellerini birleştirip dinleyen adam, iki eliyle ceketinin önünü ilikleyip:

- Hayır hanımefendi, ben bir biyokimyagerim ama kanserle ilgilenmiyorum, en azından şimdilik.. Aslına bakarsanız yaptığınız çalışmalara hayran kaldım. 

Niakan sinirli bir şekilde güldü:

- Doğrusunu isterseniz ben de böyle bir tepki beklemiyordum. Burada başardığımız şey inanılmaz değil mi?

Adam büyük gözlüklerinin içinden görülebilecek şekilde gözlerini kapalı olan projeksiyon duvarına dikti. Boşluğa bakarken konuşmaya başladı:

- Hanımefendi, buradan çıkıp giden bilim adamlarının bir çoğu bu tesis ve bağlı olduğunuz fonlarla doğrudan bağlantılı. Başardığınız şey bir devrim niteliğinde olsa da, hayallerinin alamayacağı kadar büyük bir şey başardığınız için buradan kovulacaksınız. Bizde bir söz vardır: ‘’Hiçbir başarı cezasız kalmaz’’

Niakan ‘’kovulmak mı?’’ diye düşündü. ‘’Hem de bu başarıdan sonra!?’’ Adam cebinden bir kart çıkarıp masanın diğer ucuna doğru fırlattı:

- Kuzey Karolina’da küçük bir laboratuarım var ama ben ve eşim, sizi çalışmalarınızla birlikte ağırlamaktan onur duyarız hanımefendi.

Sonra o da kalkıp laboratuar çıkışına doğru yöneldi. Niakan masadaki karttaki Aziz Sancar ismini okudu. Daha önce duymamıştı. Çıkmak üzere olan bilim adamına öylesine sordu:

- Afedersiniz.. Amerikalı değilsiniz, arap mısınız?

Aziz hoca gülümsedi:

- Hayır hanımefendi, Türküm!

****************
DEVAM EDECEK





''Türkiye'nin Kahramanları'' adlı milli projeye destek vermek amacıyla yazılmış özgün blog hikayesidir.

30 Nisan 2016 Cumartesi

Sevda Kuşun Kanadında (Dizi)

TRT ekranlarında Sevda Kuşun Kanadında adlı yeni bir dönem dizisi başlamış. Televizyonla aram pek yoktur, internetten açıp bakayım dedim. İzlenimlerimi aktarmak istiyorum:

Dost meclislerinde söylerim: ''Seksenler'' dizisi bence siyasi bir projedir. Çünkü bugün eğer en az 30 yaşında iseniz, Türkiye'nin gidişatından memnunsunuzdur. Muhtemelen 2000'li yıllardan önce çektiklerinizin bugün bırakın mevcudiyetini korumasını, konuşulmuyor olmasını bile mucizevi bir gelişim olarak kabul ediyorsunuzdur. Kısmen haklısınız da.. 



Peki ya gençler?

Onlar ''arkadaş ben kendimi bildim bileli Tayyip var başımızda, gitsin yau!'' diyorlar. Çünkü onlar karne, kuyruk, devalüasyon, enflasyon canavarını tanıyacak yaşta değilller. Trafik canavarının ise en çok evrimleştiği dönemi yaşıyorlar. 

Örneğin okullarda kitapların dağıtılması 30 yaşın üstündekiler için devrim niteliğinde bir gelişme iken, gençler için ''yapsınlar zaten görevleri bu değil mi?''dir. Duble yollar bir klişedir ve ''normali bu zaten, bu bir lütuf değil ki'' diyebilmektedirler. Neden? ''Tok açın halinden anlamaz'' der atalarımız. Krizleri görmemiş nesiller, bugünkü normalleşme çabalarını anlayamaz. 

İşte bu nedenle, nerelerden, kimler düğmeye basmıştır bilemiyoruz ama ''Kurtlar Vadisi'' dizisinden sonra, televizyon sektörüne devlet eli değdiği aşikar. İnsanlarımıza gelişmeleri direkt anlatan haber bültenlerinden çok drama anlatımı uygun gördüler. Bunu fark eden güçler, sağdan/soldan mesaj kaygısı güden ideolojik dönem dizileri çıkarmaya başladı. ''Hatırla Sevgili'' bunlardan biridir mesela..

İşin ideolojik kısmı tamam da, sosyal devlet başarıları hakkında farkındalığı nasıl arttırmalı? Cevap: Seksenler.. İzlerken nostaljik duygularla imkansızlıkları hatırladığımız ve bunu komik şivelerle bize aktaran oyuncuya gülerken genç nesillere anlattığımız bir yapım olmadı mı sizce de?

Gelelim TRT'nin yeni dizisi Sevda Kuşun Kanadında'ya..



Cem Karaca'nın hayatın sırrını verdiğini düşündüğümüz eşsiz bir eserdir oysa.. 

Öncelikle izlenimlerimi aktarayım kuşun kanadına sonra geleceğiz..

''68 Kuşağı'' olarak bilinen dönemi anlatan dizide; 

Türkçe ezan kriziyle başlayıp, Amerikan Büyükelçisi Robert Komer'in (1969) arabasının yakılmasına, Mehmed Zahid Kotku'dan Necmettin Erbakan'a, Necıp Fazıl Kısakürek'ten Osman Yüksek Serdengeçti'ye, oradan ''Uzun boylu, Kasımpaşalı Kuran Bülbülü'' olarak lanse edilen fizyolojik olarak benzeyen Cumhur Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'a kadar bir çok gerçek karakteri içinde barındırıyor. 



Temelde THKO, MTTB, Ülkücüler gibi bir çok ideolojik grubun içindeki gençlerin sıkı rejim ve anarşizme rağmen birbirleri ile olan bağlarını anlatıyor. İşin içine Kontrgerilla, Derin Devlet ve uluslararası ilişkiler de girince ortaya izlenilesi bir dönem dizisi çıkıyor.

Ama ve fakat.. Dönem dizilerinin handikapı burada da karşımıza çıkıyor. ''Ne sağcıyım ne solcuyum orta yolcuyum'' mantığı ile beraber, doğal olarak bir tarafa daha yakın bir hikaye sizleri bekliyor.

Nitekim olay nedir?

Dönelim Cem Karaca'nın efsane eserine.. Söz ve müzik Cem Karaca'ya ait. Şarkıya dair detaylar yok ama albümüne (1988) ismini veren şarkı ''Töre'' adlı parçası gibi mesaj verme kaygısı güder gibiydi. Ancak Karaca, bu defa ''hayatın sırrı'' gibi daha büyük bir şeyi anlatma gayretine girmişti



''Dağ başında rastladım aksakallı birisine Bin yıllık bir halıya bin yıldan beri Bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi Sordum ona "Aşk ne ustam hayatın sırrı ne, Tepeden tırnağa aşığım ben Ve koskoca bir hayat var önümde?" 
''Sevda kuşun kanadında Ürkütürsen tutamazsın Ökse ile sapanla vurursun da saramazsın Hayat sırrının suyunu Çeşmelerden bulamazsın Ansızın bir deli çaydan içersin de kanamazsın''
''Dağ başında rastladım aksakallı birisine'' derken, Karaca kadim metaforu kullanarak ''sözü dinlenilesi insan-ı kamil'' kişiden bahsediyor olmalı..

''Bin yıllık bir halıya..'' Nedir 1000 yıllık halımız ayaklarımızın altına serili desen desen? Cevap: Anadolu

''..bin yıldan beri, Bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi'' Çınar'ın bizim medeniyetimizi temsil ettiğini, bağdaş kurmasının kültürümüzü yaşattığını söylememe gerek yoktur herhalde..

Kendi nezdinde bütün bir millet adına bir sevdaya tutulduğunu ve koskoca bir hayatın olduğunu söyleyen Karaca'nın merakını paylaşıyoruz.

Karaca bu aksakallı figüre hayatın sırrını sorsa da, 1000 yıllık cevabın kolay anlaşılır olmasını kimse beklemiyor. Bu yüzden de sırat köprüsü kadar ince bir öğütle cevaplıyor bu ulu kişi..

''Sevda kuşun kanadında.. Ürkütürsen tutamazsın..''

Aslolan sevda, sevmek, sevilmek aslında.. 

Hani diyor ya şair 
''Bir karıncayı sevmekle başlayacak herşey; derken sıra 'insan'a gelecek!''

Severken de ürkütme, yoksa tutamazsın, elinden kayar gider.

''Ökse ile sapanla vurursun da saramazsın'' Yine gençler pek bilmeyebilir, ökse bir avcılık tekniğidir. Yapışkan ökse otunu kuşların tünediği yerlere sürer avcılar. Kuş gelip konduğunda ayakları yapışır ve kaçamaz. Öte yandan sapanla da vurulabilir. İster tuzak kur ökse ile, ister taşla vur sapan ile.. Her halükarda istediğine ulaşamayacaksın diyor üstad.

''Hayat sırrının suyunu, çeşmelerden bulamazsın'' Hayatın sırrı eğer çeşme gibi kolay ulaşılabilir birşey olsaydı, sır olarak kalabilir miydi? Sevmek zordur zira, sevilmek çok daha zordur. Yoksa ''ansızın bir çaydan içersin de kanamazsın'' diye tamamlıyor Karaca..

Sevda Kuşun Kanadında dizisi, tıpkı Cem Karaca'nın dizelerinde anlattığı, sesiyle büyülediği gibi farklı ideolojilerin, farklı grupların birbirlerini ancak severek hayatın sırrına ulaşabileceği fikrinde birleşiyor. 

Sağcı bir adam, solcu bir kız.. 
İmkansız bir aşk gibi görünse de, sevda kuşun kanadında.. 

Kovalamak gerek.
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan