RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

24 Aralık 2017 Pazar

Kazara Kadın

Hani suç bastırmak, olayı odak noktasından uzaklaştırmak için bazı kalıplar kullanılır.. 


Misal bir trafik kazası olmuştur, arkadan vuran kadın, bir de inip bağırmaya başlar. Zaten sinir stres ile dolusundur, "suç sizde bir de bağırarak konuşmayın" dersin.

Cevap, konu ile alakasız ve çevreden destek toplama gayreti içindedir:

"Ben kadınım!"
"Ben anneyim!"



Ulan kimse sana sen nesin, kimsin, doğurganlığa sahip misin diye sormuyor ki.. İşin garibi; bu savunma sistemi az gelişmiş kültüre hitap eder. Olayı hiç görmeyen bi taksici durup: "Bağırmasana ulan KADINa! Geçmiş olsun bağyan.." der.

Bak ne oldu? 8'de 8 suçlu o.. Bağıran o.. Destek toplayan o.. Neden? Çünkü "o bir kadın" veya "o bir anne"

Milletvekili dokunulmazlığı mı lan bu her b*ku yedikten sonra kendini aklayabileceğinizi zannediyorsunuz?

Bak sen o kadına "polis bekleyelim" desen, arabada bekleyen çocuğunu kucağına alıp emzirmeye başlamazsa hiç bir şey bilmiyorum.. Veya bir yaşlı varsa, torpido gözünden ilaçlarını çıkarıp kaza tutanağına bırakacaktır.

Olay tamamen trafik ile ilgili değil miydi? "Ne oluyoruz?" demeden araya diğer şoförler, esnaflar filan girer. "Hadi kardeşim, anlaşın polis molis uğraşmayın" diyerek gönüllü arabuluculuk yapma çabasına girer. Neden? Çünkü hiç bir erkek, kolay kolay bir kadının gözyaşını görmezden gelemez. Kadın bunun pekâlâ farkındadır ve bu kozu sonuna kadar oynar. Çevrede toplanan kalabalık ne kadar çoksa, zekâ seviyesi de o kadar geri çekilir.Sen elini cüzdanına atıp, kimliğini çıkarırken kadın "ne yapacaksın? dövecek misin bir de!" derse hepten s*çtın demektir. "Huuoop bilader ayıboluyo!"cular etrafına kümelenmeye başlar. Bak ne oldu şimdi? Olmayan cinsiyetçilikle başlayan olaylar, olmayan kadına şiddete evrildi..

"Ben bir kadınım!" haykırışları ne kadar yüksekse -ki kadınların çok yüksek seviyelere ulaşabileceğini tahmin etmek zor değil- etki alanı da genişler. "Kadın mı? Karı var la!" diyen kekolar da uzaktan sesini duyup, görmediği olay mahaline intikal eder. Bir giriş selamı olarak "ulan o*ospuçocuğu..." ile başlayan cümleyi duyduğunda; kaza şoku, kendini ifade edememenin verdiği sinir katsayısı ve edilen küfür sınırları aşar ve patlama noktasına gelir. Ağzından kekoya çıkardığın "Ne diyon lan sen!?" kelime öbeği, karşı tarafta "emanet" denilen bıçakla karşılanır. Keko bıçağını çeker, vücudundan geride tuttuğu bıçak, baygın gözlerle, en afilli tehdidini savurur. Araya girecek muhtemel agresif abilerle arasında bir itiş kakış başlar. Ne oldu? Olay toplumsal bir kavgaya dönüşmek üzere..

Bütün bunlar olurken, o "kadın", o "anne" ne yapmaktadır? İyi niyetli ya kendisi.. Bu defa seni korur gibi "aaa ne gerek var bunlara" diyerek, insanların zihinlerine "bak nasıl da iyi niyetli kadın kaza yaptığı adamı savunuyor" algısı yerleştirir.

Küçük çaplı kavga dağıldığında, artık her çözümü kabullenecek bir ruh hali ile bir an önce oradan uzaklaşmak istersiniz. Kadına bir miktar kaza bedeli öder hızla uzaklaşır bunları unutmaya çalışırsınız.

Tez, kadının bariz suçlu olduğu..

Anti tez, kadının "ben KADINIM" dolayısıyla haklıyım savunması..

Sonuç: Kaos..

Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme stratejisi olan:

Sentez, olayı herhangi bir şekilde sonuçlandırma..

Bu olayda iradesini koruyan, planını gerçekleştiren ve bunu yaparken taraftar toplayabilen kadın olduğu için, illüzyona bakın ki aslında onun lehine sonuçlanan olay berabere bitmiş gibi görünüyor..


Son günlerde FETÖ ve yardakçılarının en çok dile getirdiği "şu kadar kadın hapishanede.." veya "şu kadar bebek içerde özgürlüğüne ağlıyor" dramasının ardında -terörist başının talimatını saymazsak- aynı psikolojik altyapıyı kullanma gayreti, aynı acındırma ve aklama metodu gizli..

Kimse bir bebeğin hapishanede olmasından, bir kadının, bir annenin özgürlüğünün kısıtlanmasından yana değil ama sizin orada olmanızın, bu nedenlerle bir ilgisi yok.

Sizin söndürdüğünüz hayatlarla,
hain işbirliklerinizle
ve islamdaki takiyenizle ilgisi var..

20 Aralık 2017 Çarşamba

Kediyi Sev, Hacca Git



Babam fıkra gibi anlatırdı..

Adamın biri, bir arkadaşının evine ziyarete gitmiş. Konuştukça konuşmuş, muhabbet uzadıkça uzamış. Misafir adam da habire "ben hacca gideceğim" diyip duruyormuş.. Her muhabbetin sonunun misafirin "ben hacca gideceğim"ine bağlaması bir yana, gece ilerleyen saatler de göz kapaklarını ağırlaştırmış.. Ev sahibi "bu gece bizde kal?" diye teklif etmiş en son. Misafir de "yok ben hacca gideceğim zaten" diye cevap verince ev sahibi dayanamamış:

- E mübarek sen şurdan şuraya evine gidemiyorsun, hacca nasıl gideceksin? :)

"Dostlar alışverişte görsün" derler büyükler.. Bazen sadece "bilsinler" istersin. Kendine bile itiraf edemediğin kadim bir yalandır bu. İyi niyet, güzel ahlâk, dürüstlük, samimiyet, sadakat bazen kendimizi olduğumuzdan daha iyi gösterme çabamıza hizmet eder.

Ama bizi bilen biliyordur.. O yüzden sanal dünyalarda saklanırız. Nickname'ler, avatarlar, rütuşlanmış bir retrica profil fotoğrafı eşliğinde, olduğumuz değil olmak istediğimiz insanı göstermek isteriz. Bilemiyorum.. Bu yazı bile, bu bilinçaltına hizmet ediyor belki de.. Belki de "küçük hatalarımızı itiraf edişimiz, insanları büyüklerinin olmadığına inandırmak içindir" sözünün altını dolduruyorum. Aynı fasit dairenin içinde, birbirine bakan aynalardan kendimi göstermeye çalışıyorum.


***

Hz.Peygamber Uhud seferinde, ordunun yolu üzerinde yavrularını emziren bir kedi görür. Alemin iftahar tablosu, bu güzelliği bozmamak için kedilerin başına bir nöbetçi diker, ordusunu etrafından dolaştırır. Dönüşte nöbetçinin söylemesi üzerine sahipsiz olan birisini yanına alır ve büyütür. Bu kedinin üzerine rivayet edilen onlarca hadis rivayet edilir. Örnek olması dolayısıyla da, müslümanın canlılara karşı davranış şeklinin çerçevesini oluşturur. "Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekilerden merhamet umun" denir.


Yakın zamanda bir askerin, bir kediye uyguladığı akıl almaz şiddeti, hayret ve acıyla izledim. İnsan odur ki, dilerse meleklerden üstün, dilerse hayvandan bile aşağı olur. Bu katili ikinci kategoriden değerlendirdik tabi..

Daha sonra sosyal medyada verilen tepkileri, dernek ve kuruluşların açıklamalarına baktım ve yine akıl almaz bir gerçekle karşılaştım:

Elbisesinin üstünde uyuyakalmış kedisi Müezza uyanmasın diye, usulca elbisenin ucunu kesip kalkan peygamberin ümmetiyim diyenden çok; laik, ateist, deist yaşayanların kedi beslemesi ne gariptir..

Sorsan müslümanın bahanesi, hayvandan çok muhtaç insanlara değer verdiği bir de.. Bir kedinin sorumluluğunu alamayanlar; yılda bir İHH'ya sadaka gönderdi, şeker bayramında 4 TL'lik SMS gönderdi diye hümanizm kasıyorlar..

Sen kapının önündeki canı görsen; kafanı kaldırdığında, sokağın ucunda, kucağında bebek bekleyen Suriyeli kardeşini de görürsün zaten..

"Bir insanı sevmekle başlayacak herşey.." diyor Sait Faik..


"Bu dünyayı sevgi kurtaracak" diye tamamlıyor Zülfü Livaneli..

ve ekliyor İclal Aydın:

"Bu dünyayı sevgi kurtaracak.. Bir insanı sevmekle başlayacak herşey.. ve derken karıncaya gelecek sıra.."

9 Aralık 2017 Cumartesi

Neyse Halin O Çıksın Falın

Dünyada olup bitenler, her ne kadar kısa vadeli kararlar gibi görünse de, aslında çok daha uzun bir senaryonun sahneleridirler.

Dünyanın en güçlü lobisi olan siyonistler, bilindiği gibi kendilerini seçilmiş, üstün millet olarak görürler. İnandıkları kitaplardaki kehanetlerin gerçekleşmesi için de ellerinden gelen her şeyi yapmaya hazırdırlar. Amerika'nın keşfinden bu yana, dünyada olup biten her gelişmenin ardında, bu kehanetlerin gerçekleşmesi için gerekli hazırlığı görürsünüz. Bir ülkenin yıkılması, bir diğerinin doğması.. Bir ülkenin parçalanması, bölünmüşlerin birleştirilmesi.. Alınan her karar, atılan her adım ve değişen tüm siyaset; bu güruhun kitaplarında yazılanların gerçek olması içindir. Siyonistler ve onlarla ortak paydada buluşan batının evanjelik üstün tabakası, dünyanın uzun yıllardır dünyanın kaderine yön vermektedirler.

Popüler kültürde illüminati, tapınak şovalyeleri gibi kadim örgüt isimleri ile anılsalar da, onlar aslında dünya ekonomisine yön veren şirketler topluluğudur. Dünyayı kapüşonlu, kedi kesen, maskeli, gizemli adamlar değil; lüks takım elbisesi ile gökdelenlerde aldığı kararlarla, holding sahipleri yönetir. Bu yönetici kadronun neredeyse tamamı, siyonist veya evanjeliklerden oluşur. 1 doların arkasındaki piramitte, bir petrol şirketinin logosunda, bir gazetenin adında, bir arabanın ambleminde onları görebilmemizin sebebi onların ''biz çok güçlüyüz ve her yerdeyiz'' algısını yönetme biçimidir.

İşte size anlatacağım bu analizde de yer alanlar, bu uzun soluklu senaryonun sadece birer sahnesi..

The Economist 'in 2017 kapağına bir bakalım mı?

Neyse halin o çıksın falın..
Gizem, insanın yaratılışı gereği çekicidir. Leonardo Da Vinci'nin Son Yemek tablosu, sanatseverler dışında herkes için sıradan bir resimdir. Ancak popüler kültürde bir yazar çıkıp, 300 sayfalık bir kitap yazar ve bu tabloda gizli mesajlar olduğunu öne sürer. Tüm dünya, artık birer sanat tarihçisi, sembolbilimci olmuştur. Konu öyle ilgi çekicidir ki, üzerine filmler, belgeseller, röportajlar yap yap bitmez. Çünkü ardında bir gizem vardır ve içgüdüsel olarak insan, gizem çözmeye çalışmakla meyillidir.

Bunu çok iyi bilen The Economist, bütün yıl oyalansın diye insanlara bir oyuncak verir. Tarot kartları şeklinde sunulan kapak sayısında, fal gereği gelecek öngörüsünde bulunmuştur. Gizem ilgi çekicidir ama onu laboratuvar faresi haline getirmemizin sebebi The Economist'in sahiplerinin yukarıda anlattığımız sözde irade olmasıdır. Tıpkı 1 dolar'ın üzerindeki semboller gibi, sembolleri gözümüze gözümüze sokarak adeta meydan okumaktadırlar.

Gelelim tarot kartlarına..

Solunda komunizm bayrağı, sağda haçtaki isa figürü..
Economist kapağı hazırlarken, her kartın çiziminde orjinal kartlarda değişiklik yaparak, ikinci bir kartın izlerini bırakır. Bu yöntem, hem mesajı güçlendirecek hem de elimize verilen oyuncağı daha uzun ömürlü yapacaktır. Kule, Hristiyanlığın Babil kulesini temsil ediyor. Yani Avrupa Birliği..

Sittin sene almadılar, bundan sonra da bizi AB'ye AL-MA-YA-CAK-LAR
Zaten babil kulesi şeklinde inşa edilen parlamento binası, AB'nin bir Hıristiyan birliği olduğunu kanıtlıyor..

Tepesine inen şimşek Luka 10:18'e ithafen şeytanın ta kendisi. Yani AB yıkılıyor. Bir tarafında Ruslar, Çinliler.. Diğer tarafında Katolik dünyası.. Yani AB dağılacak diyor Economist...

Saçına tükürdüğümünün...
Yargılama Günü kartını anlatmaya bile gerek yok. Trump dünyanın üstünde bir tahta oturuyor. Yani "dünyaya rağmen" imparatorluk asası ve küresiyle bazı kararlar alacak.. İç politikada sıkışan Trump, hem siyonizmin siyasi lobi desteğini arkasına almak, hem de oluşabilecek skandalların önüne geçmek için geçtiğimiz günlerde Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak resmen tanıdığını açıkladı.

Dah diri dit dit dah diri dit dit dah diri dit dit diiiri..

Yargılama Günü kartının gerçek tarot kartı ise çok ilginç.. Resimdeki melek bir trompet çalıyor. İlginç olan meleğin sarı saçları ve trompetin ingilizce TRUMPet olarak yazılması..

Allah belanı versin İsrail!..
Bizi ilgilendiren kısım planlanan Armageddon (Bakınız: Gog Magog) savaşını düşündürüyor: Trump'ın İsrail'i sürüklediği dünyada (nükleer) ölümler var.

Burada bir parantez açayım: Amik Ovası denilen bölgenin, bu kehanetlerde yeri çok büyük. Bu yüzden kıyamet savaşının başlayacağı yer olması dolayısıyla, savaş başlamadan önce orada etnik bir temizlik yapılması korkusunu yaşamıyor değilim. Bu savaş başlamadan önce şehirler bombalanabilir, on binler hayatını kaybedebilir. Allah korusun diyerek biz devam edelim..

Yıldızlardaki tipler kimler diye bakmana gerek yok.
Sözde ''Yeni Dünya Düzeni''nde kaybedilen değerli hayatlar..

Star kartının tarot karşılığı umut, gelecek ve yeniden yaratılış.. Ancak Economist'in kartındaki dünya, artık o bildiğimiz mavi gezegen değil. Yıldızlardaki silüetleri seçmeye çalışırken yeryüzünün yeni halini görmemişiz.. Dünya artık kızıl gezegenden farksız görünüyor

Dünya kırık...
Bir mesele de şu: Hermit.. Yani keşiş.. Kim bu adam ve tüm bu olayların arasında işi ne? Bir ara ona Fethullah Gülen diyen de oldu ama alakası yok. Hemen söyleyeyim: O şahıs, Loretto Keşişi.. Tom Zimmer adında bir hristiyan..

Yazık, tipe bak iki büklüm oturmuş..
Kendini dua ve yardımlara adamış dindar bir hristiyan.. Hikaye aşağı yukarı şöyle: 1980'lerde Vatikan St.Peter's bazilikasının kapanması gereken bir kapısı vardır. Papa, kapının arasını tuğla ile örülmesine karar verir ve her dindar hristiyan bir tuğla bağışlayacaktır.. Keşiş Zimmer, bağışladığı tuğlanın adını Donald J.Trump olarak kayıtlara geçirir. Bağışı Trump adına yapmıştır. Görevli kişi Dr.Cohen "bir New York playboyu adına bağış mı yaptın?" diye sorar.. Zimmer kendinden emin bir şekilde:

"İnan bana Claudia, Trump Amerika'yı lider olarak tanrıya götürecek kişi, bunu biliyorum" der..

The Hermit kartı, sahnelenen oyunda Zimmer'in kehanetinin gerçekleşeceğini anlatıyor bize..

Bir papaz, motivasyon olsun diye bunu youtube'ta açıklamış ama olayın tarihsel boyutu gerçek. Zimmer, planlanan oyunu biliyor muydu? Gerçekten mi rüya gördü? Yoksa öylesine bir isim yazıp, Trump başkan olduğunda bunu lehte mi kullanıyor bilemiyoruz.


Yukarıda da söylediğim gibi Economist 'teki her kart, aslında ardında bir kart daha barındırıyor. Hepsine değinirsek konu uzar gider. Şimdi Hermit kartına geri dönün ve vadide ilerleyen adamların ellerindeki armalara bakın, 8 yane. 8 arma, tarottaki "Eight of Cups"a atıf.. Anlamı da, keşiş "her ne olursa olsun" hedefinden vazgeçmez ve olacak hiç birşey fikrini değiştirmez. Bu da dünyada her ne olursa olsun, Kudüs gibi, "Trump'ın kararlarından asla vazgeçmeyeceği" anlamına geliyor. Hermit kartındaki kırılan dünya figürü de bunun kanıtı..


En çok merak edilen The Magician, yabi Sihirbaz kartı için de kısaca anlatayım: Bu karaktere Tayyip Erdoğan diyenler oldu ama değil. Sihirbaz kartı kendine güven ve küstahlığı temsil eder. Bir Sihirbaz ilüzyon yapar ve izleyiciye doğa kanunlarını aşabileceği yanılgısını yaşatır. Bir sihirbaz boş bardaktan su akıtabilir, bir üfleyişte ateşi güvercine çevirebilir, kendini bir yerden başka bir yere nakledebilir. Kartımızdaki sihirbaz, 3D yazıcı ile 4 elemente değil, VR gözlüğü ile dijital dünyaya hükmediyor. Bu hakimiyet, tabi ki Bitcoin gibi kripto sanal para birimlerinden geliyor. Sanal para birimlerinin yaygınlaşması, gerçek para birimlerinin değerini düşürecek ve bu sanal varlıklar global ekonominin tek sahibi olacak. Ancak bu bir handikabı da beraberinde getiriyor: Tek merkezden manipüle edilebilecek bir para birimi kölelik sistemidir..


Peki sihirbaz kim? Fotoğrafa zoom yapın ve ağız ve çene yapısına daha dikkatli bakın.

Evet o, bitcoin'in yaratıcısı Craig Wright..


2 Aralık 2017 Cumartesi

Süper Kahraman Olmak Ya Da Olmamak

Fantastik bilim kurgu, süper kahramanlı türde bir hollywood filmi izliyorsunuz.. 



Esas oğlanımız başta ezik, pasif ve iyi ahlaklıdır. Etrafında gelişen olumsuzlukları görse de, kendisinde onu değiştirebilecek gücü bulamamıştır. Hikaye gereği bir bilim kazası veya teknoloji sayesinde süper güçler kazanmıştır. Süper güçlerini acemice kullanışlarındaki komik anları gülümseyerek seyrederiz. Esas oğlan, bu güçleri kötülüğü yenmek için kullanmaya karar verdiğinde, seyirci de karakteri içselleştirmiş olduğundan heyecan duyar. Çünkü bilinçli veya bilinçsiz, karakterin ezik, pasif ve dünyayı değiştiremediği zamanları kendimizle eşleriz. Süper güçler kazandığında ise onun her gelişimini haz duyarak seyrederiz. 


- Seni geberticem Pitır Parkır! Çünkü ben okulun en iyi futbolcusuyum taam mı?

Sonunda süper kahraman kostümünün son haliyle, geceyi yaran siren ve kavga sesleri arasında karizmatik bir şekilde şehri izlediği an, çocukların sırtlarına pelerin takıp koltuktan koltuğa atlattıran iç güdüyü besler. Sinir devrelerinin algı duyularımızdan omurilik soğanına kadar zerk ettiği bu küçük senaryo, bilinçaltı hafızamızda önemli bir yer edinir. 


- Gotham gibi yer, ben Batman'a gidicem Alfred..
Filmi izledikten sonra, bize mantıksız gelen, ama çok da sorgulamadığımız bazı noktalar olur. Örneğin her süper güç sahibi esas oğlan ''güçlerini saklı tutar'' Peki neden? Öyle ya? Uçabilip görünmez olabiliyorsan, havadaki elektronları tutup şarj edebiliyorsan filan bunu neden gizleyesin? Karşımıza iki türlü hollywood klişesi çıkar:

1- Beynimi açıp beni bir laboratuvar faresine çevirirler.
2- Bana ucube derler


Ergenlik zor karşşim... Yıpratma kendini bu kadar :)
İlk seçenek biraz mantıklı dursa da, herhangi olağan dışı güçler sergileyen kişinin zapt-u rapt ile laboratuvar faresi yapılması pek akılcı değil. Düşünsene Yetenek Sizsiniz'e katılıp ''Acun abi ben uçabiliyom'' diyip Kocaeli üniversitesi amfisinde havada bir tur attın diye, Tübitak seni tutuklattırıp laboratuvarda beynini karpuz gibi açacak mı? Bunun bir benzeri bile yokken, bu bir paranoyadan öte bir şey değil. Üstelik bu paranoyayı bilinç altımıza işleyen de bilim tarihi değil, bizzat Hollywood'un kendisi.

İkinci seçenek ise çok daha garip. ''Bana ucube derler'' 

- Zaaaa! Ucuubee! Ucuubee! Işınlanabiliyo! Saaalaak! Saalaak!

Hollywood'un özellikle lise ve üniversite çağında okul hayatındaki gruplaşmaları hayatın bir gerçeği gibi sunması ve popüler olmakla doğru orantılı bir kast sistemini izlettirmesi klişesine alışığız. Özellikle okullardaki zorbalığın artık birer kadroya dönüşmesi ve zorbanın genellikle fiziksel olarak daha güçlü, pek de zeki olmayan, okulun beyzbol, basketbol veya amerikan futbolu takımının en iyi oyuncusu olması da tam bir klişedir. Esas oğlanımızın bu abilerin itiş kakışını içine atması, moraran gözünü annesine ''kaza oldu'' diyerek gurur kasması ve açılamadığı aşkı Jennifer'ın bizim ''nerd'' oğlanımızı görmezden gelip futbolcu zorbayla çıkması artık harbiden klişeden kusmamızı sağlıyor.

Özel güçlere sahip olduğunda bunu ara ara kullanarak güven tazeleyen esas oğlanımız, yine de kendini gizlemeye devam ediyor. Sokağa çıktığında çöpü dökerken fırlayan kediden korkan oğlanımız, kahraman kostümü ile karanlık bir sokağa dalıp çanta çalmakla meşgul dayaksever suçluları marizlerken zerre tırsmıyor, ancak açığa çıktığında ona ''freak'' demesinler diye iki kimlik arasında türlü taklalar atıyor. ''Nedir abi kim ne derse desin lan! Sesten hızlı uçuyorum oğlum, ucube lafını bi tarafına monte ederim, saçını bozarım futbolcu Eric'' diyemiyor, şişko zenci bir ezik bulup kimliğim ortaya çıkmasın diye kendisine stepne Robin yapıyor iyi mi?


- Şimdi kimlik değiştiricem kimse tanımıycak! Gölgelerin gücü adınaaağğ! Hah oldu!

Buraya kadar artık her süper kahraman filminden birer sahne canlanmıştır gözünüzün önünde. Peki hiç düşündünüz mü? Hollywood bu iki klişe gizlenme nedenini, neden bize zerk ediyor? 


- Doğrusal fotonları elektromanyetik dalgalarla çarpıştırıp gözümden lazer çıkartıyorum!

diyen bir kahraman adayına:

+ Öyle mi? Süper kahraman olmalısın!

diyenini tecrübe edeniniz var mı? 

Genellikle ne derler? 

+ Aman bunu kimse duymasın noolur nolmaz. Herkes gibi hayatına devam et!


- Havada durdum, şahitlerim var.
+ Mike bey naapyorsunuz?
Allah tarafından yaratılan her beyin, her karakter, dna'sında farklı yetenekler taşır. Bunlar süper güçler değildir belki ama olağandışılığın sınırlarını zorlar. Efsanevi yazarlar, deha ressamlar, eşsiz matematikçiler ve unutulmaz sanatçılar bu dna kodlarını hayatına geçirebilen kişilerdir. 

Her birimizin eşsiz bir yeteneği var ama onu kullanabilip geliştirebileceği sosyal ortamı, zamanı, parası olmadığından henüz habersizsiniz. 

Örneğin ben..11 yaşımdan beri önüme koyulan oyuncak orgta istediğim parçayı çalabiliyordum. Nota ve müzik bilgisi olmadan, sadece 1 kere dinlemem parçayı çalabilmemi sağlıyordu. Orta okulda flüt verdiklerinde istediğim parçayı çalabildiğimi fark ettim. Lise sonda elime ilk kez saz aldığımdan 10 dakika sonra Deli Yürek jeneriğini icra ediyordum. Üniversitede ''en zoru kanun enstrümanı'' dediklerinde Veda Busesi'ni çalmam 2 dakikamı aldı. Köydeki davulcunun yanında zurna ile Kurtlar Vadisi Cenderesini, otel resepsiyonunda emanet kemanı kapıp bir arabesk parça çalmam çok daha kısaydı. Bu olağandışı yeteneğin ne olduğu sorusuna cevap veremeyişim üzerine düşünmeye başladım. Herkes müzik dinliyordu ama ben müzik dinlediğimde gözlerimin önünde iki boyutlu inişli çıkışlı bir grafik görüyordum. Öyle ki işin matematiğini çözmem sayesinde kimi sanatçıların benzer kalıpların üzerine farklı şarkılar icra ettiğini fark ettim. Konudan sapmamak için buralara değinmeyeceğim. Ama işte böyle.. Tesadüflerin karşıladığı noktalarda enstrümanlarla buluşmam olmasaydı, bu yeteneğimi keşfedemeyecektim. 

Zamane çocukları çok daha şanslı. Ellerinin altındaki imkanlar sayesinde sahip oldukları yetenekleri çok daha hızlı bir sürede çözüp, üzerine gidebilir ve daha kolay geliştirebilirler. Geliştirmeliler de.. Oralarda kaybolup giden bir yazarın yazamadığı bir kitap, söylenmemiş bir şarkı, görülmeyen bir resmin kime ne faydası var?

Ancak hollywood böyle değil. Siz bu süper güçleri, keşfedilmiş yeteneğiniz olarak düşünün. Ne diyor hollywood bilinçaltınıza?

- Sıradan ol.. Herkes gibi ol.. Normal görün.. Çıkıntılık yapma.. Süper güçlerini (yeteneğini) gizle.. Çünkü kimse seni anlamayacak.. Garipseyecekler.. Dışlanacaksın..

Oysa öyle yapmayacaklar dostum. Aksine alkışlayacaklar, omuzlarda taşınacaksın belki, şanlı bayrağımızı ecnebi illerde göndere çektirip ''Türkiye seninle gurur duyuyor'' nidalarıyla sevinç gözyaşlarına boğulacaksın belki de.. Cumhurbaşkanı seni anında telefonla arayıp tebrik edecek, başbakan ev ziyaretinde emekli anne babana ''ne kadar özel bir evlat yetiştirdikleri için'' teşekkür edip nezaket ziyaretinde bulunacak lan! Soyadın tarihe kazınacak kim bilir? Naim Süleymanoğlu gibi bir iş yapacak, kırdığın rekor 28 yıldır kırılamayacak olamaz mı kardeşim?


Hollywood'un sana pompaladığı ''kahraman bekle'' temasından sıyrıl kardeşim. Bizim tarihimizde kahraman beklemek değil, kahraman olmak var. Kahraman bekleyen yığınları, kahraman olmaya teşvik etmek var. 15 Temmuz köprüsünde  kafasının üstünden mermi geçen insanların hazin hallerini görüp ''İnsan bir kere namusuyla ölür'' diyip mermiye göğüs germek ve verdiğin ilhamla ülkene hain darbeyi önlemek bile var. 

İsmin anılmasın, bilinmesin ne var? İstanbul'u fethederken yerin altında patlayan isimsiz lağımcılardan olsan bile peygamber övgüsüne mazhar olmak var..

15 Nisan 2017 Cumartesi

''Biz Üç Kişiydik''

Acıbadem Bakırköy Hastanesi’nde sabaha karşı ölümünü duyduğu ağabeyi Yusuf Hayaloğlu hakkında basın mensuplarına konuşan Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya şöyle diyor:
"Kendisi çok gençti. Ölümü bize erken geldi. Ağabeyimin bütün şiirlerini hem Ahmet hem de ben çok severdik. "Ah Ulan Rıza' ve "Biz Üç Kişiydik' şiirlerinde, bize göre ağabeyim kendisini ve Ahmet'i anlatmıştır. Hatta şiirde ismi 'Bedirhan' olan karakter eşim Ahmet, 'Suphi' olan isim ise ağabeyim Yusuf"

  
Haber bültenlerinde duyduğumuz kimi kalıplaşmış cümleler bizi basit düşünmeye sevk eder 
‘’Suriye’den geldiği belirlenen ve Elazığ kırsalında, 300 ton patlayıcı ile intihar eylemi yapmaya hazırlanan 7 terörist etkisiz hale getirildi’
Bir sonraki habere geçersiniz. Çünkü alışılagelmiş görevi ‘’sadece haber almak’’ olan biz izleyiciler için, intihar bombacısı teröristlerin etkisiz hale getirilmeleri, yani öldürülmeleri yeterlidir. 

Normal bir izleyici, o teröristlerin ‘’Suriye’den 300 ton patlayıcı ile nasıl geldikleri’’ sorusunu sormaz. Veya gelen teröristlerin ‘’ 300 ton patlayıcıyı Elazığ’ın neresinden ve nasıl temin ettiği’’ sorusunu.. (Burada bir parantez açayım kamyonlar maksimum 35, tırlar 60 ton taşıyabilmektedirler. Dolayısıyla 300 sayısına ulaşmak için nasıl bir filo gerekiyor siz düşünün)

Biz bir sonraki telefon dolandırıcıları tarafından kandırılmış profesör haberini izlerken, güvenlik güçlerinin görevlerini yaptığını düşünerek rahat uyuruz. Bir süre sonra Elazığ’da bir patlama gerçekleşir. Şehit ve yaralılarımız vardır. Elazığ uzaktadır ve şehit cenazelerine yavaş yavaş alışmaya başlamışızdır. Twitter veya facebook gibi sosyal ortamlarda lanet okuyup duyar kasarız. Mümkünse bir süre önce 300 ton patlayıcıyı yakalayan güvenlik güçlerine de ufaktan giydiririz ki sinirlendiğimiz belli olsun. Sonra görevimizi yapmış olmanın verdiği rahatlıkla, bir sonraki  halay çeken dayılara dalan kedi videosu paylaşırız.

Ve yine ‘’o bombalar oraya nasıl geldi?’’ sorusunu sormaz, soramayız..

Bombalar oraya gelmemiştir aslında. Bombalar daima oradadır. Sadece fitili ateşleyecek kıvılcımı beklemektedir sinsice.. 


Terör böyle bir şey canlar.. Dağdaki eli silahlı teröristler ve şehirde avukat, gazeteci, bürokrat, milletvekili kılığında dolaşanlar haricinde; şehirlerde, kasabalarda, köylerde yuvalanmış hainler, onları ortaya çıkaracak mesajı haince beklerler. İşte asıl saldırılar da bu hainlerden gelir. Dağda sıçan gibi kaçan, şehirde delikanlılık taslayıp hapse girdiğinde her türlü fırıldağı çeviren gördüklerimiz birer illüzyondur aslında. 

Burada yaşadığım için bilirim; Bingöl’ün Genç ilçesinde her yıl mütemadiyen mağaralar, yeraltına gömülü patlayıcılar ele geçirilir. Nerelerde mi? Vatanını milletini seven, sıradan insanların yaşadıkları evlerin bahçelerinde.. Veya Cuma cemaatinin ön saflarının değişmez hacı dayılarının birinin arazisinde.. Hiç bilemezsin. Tek bildiğimiz, cep telefonuna gelen ‘’Falanca merkez ve köyler özel güvenlik alanı ilan edilmiştir. Sokağa çıkma yasağı falanca saate kadardır’’ O saat bittiğinde her şey bitti zannedilir. Aradan çok geçmeden hükümet konağı taranır.


Bu bitmeyen kısır döngünün asıl sebebi, terör örgütü mensupları değil, terör örgütü sempatizanları, müntesipleridir. Dağdan gelen hain sürüsüne yer gösteren, saklayan ve gözeten de bunlardır. Çözüm süreci ile devletin terörle mücadelede halk desteği büyük ölçüde sağlandı ama henüz bölge halkının tamamında ‘’devlet bilinci’’ yerleşmiş değil. ‘’Tut ki bu devlet bitti, çöktü gitti.. Ne olacak?’’sorusunu soramayacak kadar cehalet ve kin ile yoğurulmuş, aldatılmış, zorlanmış bir şuursuz sürü..


Terörle mücadele çok derin.. Ben bundan bahsetmek istemiyordum. Başlangıçta Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya’nın bir röportajını vermiştim. Bu yazının da ana konusu bu röportajdaki şiirlerden ‘’Biz Üç Kişiydik’’ ile alakalı olacak. Naçizane bir analiz yapmaya çalışacağım. Muhtemelen fanatik Ahmet Kaya veya Yusuf Hayaloğlu taraftarlarının hoşuna gitmeyecektir. Ancak yazıda bir yargıya varmadan, sadece okuyabildiklerimi aktarmaya çalışacağım.


Öncelikle şiire bir göz gezdirelim:


Biz üç kişiydik; Bedirhan, Nazlıcan ve ben
Üç ağız, üç yürek, üç yeminli fişek...
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
Boynumuzda ağır vebal, koynumuzda çapraz tüfek.

El tetikte kulak kirişte ve sırtımız toprağa emanet
Baldıran acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
Yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık
Deniz çok uzaktaydı ve dokunuyordu yalnızlık.

Gece uçurum boylarında, uzak çakal sesleri
Yüzümüze, ekmeğimize, türkümüze çarpar geçerdi
Göğsüne kekik sürerdi Nazlıcan, tüterdi buram buram
Gizlice ona bakardık, yüreğimiz göçerdi.

Belki bir çoban kavalında yitirdik Nazlıcan ı,
Ateşböcekleriyle bir oldu kırpışarak tükendi.
Bir narin kelebek ölüsü bırakıp tam ortamıza,
Kurşun gibi, mayın gibi tutuşarak tükendi...

Oy Nazlıcan vahşi bayırların maralı
Nazlıcan saçları fırtınayla taralı
Sen de böyle gider miydin yıldızlar ülkesine
Oy Nazlıcan... oy can evinden yaralı.

Nazlıcan serin yayla çiçeği
Nazlıcan deli dolu heyecan
Göğsümde bir sevda kelebeği
Nazlıcan ah Nazlıcan...

Artık yenilmiş ordular kadar eziktik, sahipsizdik
Geçip gittik, parka ve yürek paramparça
Gerisi ölüm duygusu, gerisi sağır sessizlik,
Geçip gittik, Nazlıcan boşluğu aramızda.

Bedirhanı bir gedikte sırtından vurdular
Yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları
Omuzdan kayan bir tüfek gibi usulca
Titredi ve iki yana düştü kolları.

Ölüm bir ısırgan otu gibi sarmıştı her yanını
Devrilmiş bir ağaçtı ay ışığında gövdesi
Uzanıp bir damla yaş ile dokundum kirpiklerine
Göğsümü çatlatırken nabzımın tükenmiş sesi.

Sanki bir şakaydı bu, birazdan uyanacaktı,
Birazdan ateşi karıştırıp bir cigara saracaktı
Oysa ölüm sadık kalmıştı randevusuna ah
O da Nazlıcan gibi bir daha olmayacaktı.

Ey Bedirhan; katran gecelerin heyulası,
Ey Bedirhan; kancık pusuların belası
Sen de böyle bitecek adam mıydın, konuşsana...
Ey Bedirhan ey mezarı kartal yuvası.

Bedirhan mor dağların kaçağı
Bedirhan mavi gözleri şahan
Zulamda suskun gece bıçağı
Bedirhan ah Bedirhan.

Biz üç kişiydik
Üç intihar çiçeği
Bedirhan, Nazlıcan ve ben
Suphi...
Şiir bir eser olarak ilk olarak Ahmet Kaya tarafından ortaya konulduğundan (1992 - Dokunma Yanarsın) Suphi’nin temsili Ahmet Kaya olduğu düşünülebilirdi o zamanlar. Oysa bilen bilirdi ki, şiirin sahibi usta şair Yusuf Hayaloğlu idi. ‘’ve ben.. Suphi..’’ dediği de Yusuf Hayaloğlu’nun ta kendisiydi. Zaten kardeşi Gülten Kaya da bunu doğruluyor.

Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu’nun Marksist birer komunist olduğu bilinen bir gerçek. Ahmet Kaya’nın adı da, çoğu zaman Marksist olduğu savunulan PKK ile beraber anılmıştı. Orası çok tartışmalı bir konu olduğundan hiç girmeyelim ama şu video da şurda dursun




Ahmet Kaya bir röportajında ‘’Adı Bahtiyar’’ şarkısının öznesi ‘’Bahtiyar’’ adlı kişi ile cezaevinde tanıştığını söyler. Zaten adamın hikayesi şarkıda anlatılır. Rivayet odur ki bu hikaye Ahmet Kaya tarafından Yusuf Hayaloğlu’na anlatıldığında, Hayaloğlu Türkçenin ‘’öğrenilen –miş’li geçmiş zaman kipi’’ ile şiiri yazar:
 

DiyarbakırlıyMIŞ
Adı Bahtiyar..
Suçu saz çalmakMIŞ
Öğrendiği kadar..

Tıpkı Selahattin Demirtaş gibi zaza kökenli (zazalar kürt değildir) olan usta şair Hayaloğlu da, Bahtiyar’a adadığı şiiri yazarken başlığı da manidar koyar: Kod Adı Bahtiyar

Evet, Ahmet Kaya şarkılarında ‘’Adı Bahtiyar’’ diye seslendirse de, şiirin aslı ‘’Kod Adı Bahtiyar’’dır.

Şimdi soru şu:

Ahmet Kaya’nın  ‘’Çok uzun zaman önce İstanbul'da şubelerde kaldığım zaman bir arkadaş tanımıştım, kendisi Diyarbakırlı'ydı. İsmini sorduğum da isminin Bahtiyar olduğunu söylemişti bana. Günde iki sefer dörder saat arayla götürüyorlardı işkenceye, geri getiriyorlardı, hamur gibi atıyorlardı. Tek söylediği şey, 'adım Bahtiyar' diyordu. Başka bir şey söylemiyordu’’ diye anlattığı Bahtiyar,

Neden şubeye alınmış? Ve neden işkence görmüştü? Dahası.. Adam, neden (kod) adından başka bir şey söylemiyordu?

Yine rivayet odur ki; Bahtiyar Kod adlı kişi bir terörist gruba dahil olmakla birlikte, henüz suça karışmamış ve günah denizinde kulaç atmamıştır. Bu yüzden sorguda ona verilen kod adından başka bir şey söyleyemez ve işkence görür. Bu durum hümanist duyguları üst seviyede olan Ahmet Kaya için de psikolojik bir işkence kıvamındadır.

Şimdiye kadar öğrendiklerimizi bir gözden geçirip, asıl şiire tekrar göz atacağız:

1-    Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu Marksist ve terör örgütlerinin temsil ettiği ideolojiyi paylaşıyorlar
2-    Şiddetten yana olmamakla birlikte, çözümün silahlı mücadelede olduğunu kabullenmiş durumdalar.
3-    Eserlerinde bu mücadeleyi veren gerillalar için, üstü kapalı övgüler ve hikayeler anlatılmakta.

Üçüncü madde için bir süre düşündüyseniz şimdi şiire geçiyoruz:

‘’Biz üç kişiydik; Bedirhan, Nazlıcan ve ben
Üç ağız, üç yürek, üç yeminli fişek...’’

Bir üçlü arkadaş grubu mevcut. ‘’Yeminli fişek’’ söz öbeğinden bir amaç uğruna bir araya geldikleri açık

‘’Adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
Boynumuzda ağır vebal, koynumuzda çapraz tüfek’’

Öncelikle tüfek taşıyorlar bu arkadaşlar. İyimser düşünerek, dağda avcılık yapan bir arkadaş grubu olduğunu kabul edelim önce. Eğer tavşanlar, tavşan meclisini kurup ‘’yahu bu üç avcı ne bela oldular kardeşim bize soyumuzu kurutacaklar’’ demediyse, tahmin edebileceğiniz gibi bu üç arkadaş dağa çıkmış ve kendilerinden ‘’bela’’ diye söz ettirecek kadar başarılı eylemlere imza atmış teröristler.


‘’El tetikte kulak kirişte ve sırtımız toprağa emanet
Baldıran acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
Yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık
Deniz çok uzaktaydı ve dokunuyordu yalnızlık.’’

Evet silahları bırakmadıkları belli. Üşüyen eller, onların çoğunlukla geceyi dağda geçirdiğinin de göstergesi olabilir. ‘’Deniz çok uzakta’’ çünkü onlar doğudalar..

‘’Gece uçurum boylarında, uzak çakal sesleri
Yüzümüze, ekmeğimize, türkümüze çarpar geçerdi
Göğsüne kekik sürerdi Nazlıcan, tüterdi buram buram
Gizlice ona bakardık, yüreğimiz göçerdi.’’

Nazlıcan ile Suphi-Bedirhan ikilisi arasında bir bağ var. Bu bağın ne olduğu şiirde anlatılmıyor ama yıllar sonra Hayaloğlu’nun çektiği klibe göre Nazlıcan ve Suphi ‘nin arasında organik bir bağ var. 




Öte yandan Bedirhan da göğsüne kekik süren Nazlıcan’a gizlice bakabilecek bir cesareti var ve seviyor. Taşlar yerine oturuyor mu bilmem. Şimdi Gülten Kaya’nın denklemine göre:

X’e 1 dersek :D

Bedirhan = Ahmet Kaya
Suphi = Yusuf Hayaloğlu
ise
Nazlıcan = Gülten Kaya  oluveriyor iyi mi?

Peki neden kendi isimlerini kullanmıyorlar?


Bahtiyar’ı hatırladınız mı? KOD ADI Bahtiyar..

Şiirin gelecek kısmında ölüm metaforu ile Hayaloğlu’nun dağdan inişi temsil ettiğini düşünüyorum. Zira terör örgütü kaidelerine göre dağdan inmenin tek şartı da ölüm değil midir? Neyse bu kararı size bırakacağım.

‘’Belki bir çoban kavalında yitirdik Nazlıcan ı,
Ateşböcekleriyle bir oldu kırpışarak tükendi.
Bir narin kelebek ölüsü bırakıp tam ortamıza,
Kurşun gibi, mayın gibi tutuşarak tükendi...’’

‘’Oy Nazlıcan vahşi bayırların maralı
Nazlıcan saçları fırtınayla taralı
Sen de böyle gider miydin yıldızlar ülkesine
Oy Nazlıcan... oy can evinden yaralı.’’

Nazlıcan belli ki dağın soğuk iklimine ayak uyduramadı ve verdiği sözde mücadelede, bedeninin sağlığını daha önemli buldu. Veya ‘’kurşun gibi, mayın gibi tükenmek’’ deyimi olmayacağına göre,  gerilla savaşının kadınlara göre olmadığını kabul etmiş sayabiliriz. Yıldızlar ülkesi de sakın bizim al yıldızlı bayrak? Yok tamam tamam zorlamayacağım :)

‘’Artık yenilmiş ordular kadar eziktik, sahipsizdik
Geçip gittik, parka ve yürek paramparça
Gerisi ölüm duygusu, gerisi sağır sessizlik,
Geçip gittik, Nazlıcan boşluğu aramızda.’’

Bu üç arkadaşın dağda tavşan avlamak için kamp kurduğuna inanmak istiyordum ama kurşun ve mayından sonra ‘’yenilmiş ordular’’ filan iyice terörist olduklarına inanacağım.. Nazlıcanın gidişinden sonra bu Bedirhan ve Suphi dağda yalnız kalıyorlar. Henüz ispatlanmamış teorimize göre birisi kardeşinden, birisi gizli sevdiğinden uzak kalıyorlar. Ama görünen bir dava kadınını kaybetmenin vermiş olduğu sözde acı..

‘’Bedirhanı bir gedikte sırtından vurdular
Yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları
Omuzdan kayan bir tüfek gibi usulca
Titredi ve iki yana düştü kolları.’’

Tavşan avcılığı ihtimali giderek azalıyor. Ey Bedirhan senin dağda gedikte, geçitte işin ne allasen? Ayrıca ‘’yarıp çıktığı ablukalar?’’ sorusu da yine düşündürmüyor değil. Belli ki bu kıtada Bedirhan kod adlı kişi sırtından vuruluyor ve ölüyor. Ölüm metaforunun yine dağdan inmeyi temsil ettiğini düşünürsek, Ahmet Kaya da dağdan inmiş oluyor. Yalnız sırtından vurulma kısmı da çok ironik oldu böylece. Sözlerin ‘’kaşık fırlatılan gece’’den çok önce yazıldığını bildiğimiz için bunun bir tesadüf olduğunu kabul edeceğiz.

‘’Ölüm bir ısırgan otu gibi sarmıştı her yanını
Devrilmiş bir ağaçtı ay ışığında gövdesi
Uzanıp bir damla yaş ile dokundum kirpiklerine
Göğsümü çatlatırken nabzımın tükenmiş sesi.’’

Ahmet Kaya fanları fark edeceklerdir. Usta şair Hayaloğlu, satır aralarına Bedirhan’ın aslında Ahmet Kaya olduğuna dair ifadeler görebilirler. En belirgin olanı ise Hayaloğlu’nun Ahmet Kaya’nın ölümünün ardından yazdığı ‘’İşte Gidiyorum’’ adlı eserde, Ahmet Kaya’nın dilinden

‘’Size, yüzyallardır sesini kaybetmiş
Bir türküyü söyleyecektim;
Ve bir yayla rüzgarı şefkatiyle
Kirpiğinizin ucundan öpecektim’’ benzetmesidir.

Bundan sonrası tıpkı Nazlıcana olduğu gibi Bedirhan’a ağıt.. Bahsi geçen mezarı olan ''Kartal Yuvası'' da BJK'nin lisanslı ürün satan mağazası değil, bir dağın geçidindeki yüksek bir mevkii.. Bedirhan'ın dağdan indiği nokta olma ihtimali de yüksek..

Biz Üç Kişiydik’in son kısımlarına gelelim:

‘’Biz üç kişiydik
Üç intihar çiçeği
Bedirhan, Nazlıcan
ve ben..
Suphi...’’

''İntihar çiçeği''ni artık avcılık sporunda bir yere oturtmamız mümkün görünmüyor. İntihar eğitimi alan terörist gençleri konu alan bir belgeselde anlatılanlara benziyor.

Yorum sizin..

Not 1: Suphi’nin TKP kurucularından Mustafa Suphi olduğu da söylenir ama ben Gülten Kaya’ya inanmayı tercih ediyorum.

Not 2: Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu kendi alanlarında usta şahsiyetlerdir. Kişisel hayatlarında yaptıkları hatalar, onların sanatkar kişilikleri ile ayrı değerlendirilmelidir.

4 Nisan 2017 Salı

''Mutluluk Planlanır hahahah..''

"Sakın ha, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma" (İbrahim-42)


Parkta oynayan Suriyeli çocuğa yapılan 1 Nisan şakası..

Yakın.. Çok yakın..

Orası Suriye.. Parçalanmış, bölünmüş, her bir parça diğeriyle kavgalı.. Türkmenler, kürtler, araplar ve daha niceleri.. Onlar da yakın.. Çok yakın..


Güzel söz söylemesini bilen biri ''Acı çekiyorsan canlısın, başkalarının acısını hissediyorsan insansın'' demişti. Suriye, Irak, Yemen, Somali, Doğu Türkistan, Arakan ve tabi Filistin.. Kilometrelerce uzaktan başkalarının acısını hissettiren, kan kokan topraklar, mermi delikli binalar, duvarlar.. Dilini anlamadığımız bir kadın feryadı.. Yıkıntılar arasından oğlunun cesedine sarılan babanın ağzından seçilen ''Jenna..'' kelimesi.. Dünyada cehennemi tadan, cennete gitmemeli mi zaten? Hz.İbrahim'in bahçesinde koşturan yetim, öksüz çocukların ortak dili arapça değilse nedir? 

Yakın, hem de çok yakın.. 

Halep dediğin, iki şehir arası..

Yavuz Sultan Selim'in emanet sancağı..

İdlib de yakın..

Bu yakınlıktan bir haber düştü bültenlere.. Dediler ki ''Esed klor bombasıyla saldırmış İdlib'e..'' Çocuklar ölmüş hem.. Dünyanın gözü önünde kimyasal silahların kirlettiği yüzlerce taze beden..

Ha sosyal medyayı da kullanıyoruz bak yalan değil. Bir gıda firması işgüzar bir reklam çekmiş de onu tartışıyoruz aramızda. O bu muydu, şu falan mıydı diye birbirimize küfürler ederek hem de.. Yetmiyor reklamı tersten sarıp duyduğumuz seslere anlamlar yüklüyoruz. 

Ben ne mi yapacağım? Sorular bildiğiniz yerlerden gelecek, korkmayın. Siz reklamı konuşmak istiyorsunuz ben İdlib'i.. İyisi mi her ikisini birden anlatalım:

***
Suriye'nin batısında yer alan Han Şeyhun kasabası, baharın gelişi ile yeniden canlanan doğanın vaad ettiği umudu çocukların sokaklardaki çığlıklarıyla taşıyordu. Güneşli havayı fırsat bilen çocuklar sokakları doldurmuştu


Ancak hiç bir güzel şey sonsuza dek sürmezdi zaten.. Çocuklardan önce onları izleyen büyüklerin gözleri güneşli gökyüzüne döndü..


Savaş uçakları Suriye hava sahasında sık görülürdü ama bu defa yaklaşıyorlardı. 
Akıllardaki tek soru: Dost mu? Düşman mı?


Uçaklar hain bombalarını bıraktılar..



Bağırış çağırışların sesini, uçak motorlarının sesi bastırıyordu. Evlerine doğru koşan çocuklar daha ne olduğunu anlamadan bombanın patlaması ile donakaldı.


Evleri saran ateşin ardından yayılan gaz, rüzgarın da etkisiyle hızla Han Şeyhun sokaklarına yayılmaya başladı.


Yardım konvoyunda erzak sırası bekleyenler önce bomba sesinden korktular ama asıl onları korkutan sokaklara yayılan sarı-yeşil dumandı.


Erzak umuduyla yollara koyulan bedenler birer birer yere düşmeye başladı.


Yere düşenler hareket etmiyordu. Hayatta kalanlar ise acılar içinde inliyordu.


Kimyasaldan korunmak için hayatta kalanlar diğerlerine yardım için su taşımaya taşıdılar. Kimyasala bulanan bedenleri yıkamaya başladılar.


Ölü zannedilenler bile hareket edemeyen masumlardı. Sadece ölmek için bekledikleri o bir kaç dakika; aylar, yıllar gibi geliyordu.


Bu çocuklar zihinlerinden çok daha büyük acılarla sonsuz bir uykuya daldılar. ''Masumiyet nedir?'' diye sorulsa ''Uyuyan bir çocuk'' cevabını verirdim. Şimdi o kavramlar o kadar birbirine karıştı ki, artık ne diyeceğimi bilemiyorum.

Bildiğim tek şey, ''o gün'' geldiğinde bu çocukların söyleyecekleri şey:

''Şimdi hesaplaşma zamanı..''

7 Şubat 2017 Salı

Türkiye'nin Kahramanları - 03

BÖLÜM 03: YADA TAŞI

Aziz Hoca gitmişti..

Şimdi Korkut Bey; 10 yaşında, adının ‘’Osman’’ olduğunu öğrendiği kara gözlü çocukla karşılıklı oturuyordu. Çocuğun gerçek adı ‘’Liam’’dı ancak Aziz Hoca ona baktığı andan itibaren ‘’Osmancık’’ diyordu ve çocuk da bu ismi kabullenmiş görünüyordu. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in gelecek görüsü yeteneğine sahip birinin bu ismi almasını garipsemedi Korkut Bey. Çocuğun kendisinden daha çok endişeleniyordu. Aziz Hoca’nın söylediklerinin gerçekliği bir tarafa, ‘’Gelecekten görüntüler görmek ne tür bir psikolojik baskıdır kim bilir’’ diyordu Korkut Bey. 

- Neden burada olduğunu biliyor musun? diye sordu Korkut Bey. Çocuk duyma engelliydi ama dudak okuyabiliyordu. Çocuk cevap vermedi. Aynı derin bakışlarla bakmaya devam etti. Sorusunu bu defa İngilizce sorma gereği duydu:

- Do you know why you are here son? 

Çocuk gülümsedi. ‘’Evet’’ anlamında kafasını salladı ve önündeki not defterine yavaş hareketlerle bir şeyler yazdı. Korkut Bey çocuğun yazdığı defteri eline alıp baktı: ‘’Türkçe biliyorum efendim’’ yazıyordu. Altına da ‘’T2020’’ ve ‘’DF166’’ yazmıştı. Korkut Bey, Türkçe anlaşabileceğine sevindi ama sondaki koda bir anlam veremedi. ‘’Muhtemelen Aziz hocanın kimya formüllerinden..’’ diye düşündü.

Tam o sırada kapı iki defa tıklatıldı. Korkut bey, masadan kalkmadan makam odasının kapısına doğru seslendi: ‘’Geel’’

İçeriye kısa boylu, erkeksi yüz hatlarına sahip orta yaşlı bir kadın girdi. Korkut Bey’in yanına özel sekreter olarak verilmişti ama kadının her halinden bir askeri geçmişi olduğu belli oluyordu. İsmi ‘’Hülya Arbuz’’du. Kendisine gönderilen kısıtlı CV’sinde bildiği yabancı diller ve ortaöğretimi dışında pek bir detay yoktu. Emir büyük yerdendi. ‘’Ekibini kur’’ dendiği andan itibaren kendi seçimlerini yapacağını düşünen Korkut Bey, hep başka iradelerin seçimleri arasında buluyordu kendini. Bu kadın bunlardan birisiydi. Ekibe ne gibi bir katkısı olacağı meçhuldü ama ‘’istihbaratla bir bağı varsa, bu kullanılabilir’’ diye düşündü Korkut Bey.

Hülya Arbuz, elindeki sarı renkli dosyayı Korkut Bey’in masasının üzerine bıraktı. Korkut Bey, bir yandan gelen evrağı kontrol ederken, diğer yandan gözü Liam’a, yani Osmancık’a takıldı. Osman tüm dikkati ve gülümsemesiyle Hülya’ya bakarken, Hülya karşı duvara bir asker gibi dimdik, hazırolda bakmakla meşguldü.

***



Yaşlı adam, tarlasının toprağından bir avuç alıp buruşuk ellerinin arasında sıktı. Toprak o kadar kuruydu ki, elindeki parça un gibi parmaklarının arasından döküldü. Yaşlı gözleri bir yerdeki küçük şeker pancarı yapraklarına, bir pancar motoruna gitti. Gökyüzüne bakmak için şapkasını hafifçe yukarı kaldırdı. Güneş tüm azametiyle ortalığı kavuruyordu. Bu mevsimde kuraklık beklenilebilir bir şeydi ama son 30 yıldır böylesi görülmemişti. Yaşlı adam doğrulup pancar motoruna doğru yöneldi. O sırada hanımı tarlanın ucundan göründü. Sırtına attığı bohçasında muhtemelen yaşlı adamın katığı vardı. Yemek aklına gelince ağzının kuruluğu aklına geldi. Dilini ağzının içinde oynattı. Sonra gözü tekrar yerdeki pancar yapraklarına takıldı. ‘’Allahım yardım et.. Susuzluk hepimizi öldürecek’’ diye fısıldadı. O sırada hanımı da yanına kadar gelmişti. ‘’Şeref motoru mu çalıştıracaksın yine?’’

Hanımının iki huyu hoşuna gitmezdi yaşlı adamın. Birincisi ’’Şerafeddin’’ adını ‘’Şeref’’ diye kısaltması, diğeri tarla taban işlerine burnunu sokması. 

- Keyfimizden açmıyoruz heralda.. 3 gün susuz mu kalacak bunlar? diye gösterdi pancarları..

- Eyi diyon da Şeref, biz bunu hergün aça aça ne kazanacaz böyle?
Şerafeddin bey zaten güneşin altında kavrulurken sinir katsayıları yükseliyordu, bir de hanımına laf yetiştirmenin derdine düşmüştü. Hiddetlendi:

- Naapak? Yağmıyor işte mübarek! Naapak ya?

Hanımı da gökyüzüne doğru baktı. Ortalıkta tek bir bulut yoktu. Başını öne eğdi:

- Ziraat möhendisiydi ya oğlun?

Şerafeddin bey elindeki çapayı yere fırlattı:

- Benim oğlum yok!! diye haykırdı.. Aha bu bulutlar nasıl yok? Benim oğlum da yok!

Hanımı üniversite okumaya İstanbul’a giden oğlunu hiç unutmamıştı. Yıllardır ne arayıp ne soruyordu. Memleketinde doğumlar oldu, ölümler oldu, düğünler oldu.. Ama oğlu gelmemeyi tercih etmişti. Son aylarda telefonlarına bile bakmıyordu artık. ‘’Hay Şeref.. Aklından sildin galbinden silebildin mi oğlunu?’’ dedi içinden. Tam o sırada Şerafeddin bey’in haykırışı duyuldu. Yaşlı adam avazı çıktığı kadar ‘’Aaah!’’ diye bağırıp yere yığıldı. Hanımı hemen yere düşen adamın koluna girip köy halkına bağırdı: ‘’Gomşular yetişin! Ambulans çağırın Şeref yine ölüyor!’’

***

Korkut Bey, uçağa binmekten oldum olası hoşlanmazdı. Yanına verdikleri Hülya hanımın ciddi tavırları da oldukça canını sıkmaya başlamıştı. Kadın her yere kafa hizasında bir robot gibi bakıyor, mütemadiyen elindeki telefona bir şeyler yazıyordu. ‘’İnsan ilişkileri gelişmemiş’’ diye düşündü Korkut Bey. ‘’En azından emir komuta zincirinde üstündeyim’’ diye düşündü. 

Cumhurbaşkanlığının ayarladığı özel jet, havalandığında Korkut Bey önündeki masada titreyen sarı dosyanın üzerine bir bardak su koyup ağırlığın dosyayı düşürmesini engelledi. Dosyada okuduklarına bir anlam verememişti ama sistem artık bu şekilde işleyecekti. Ona söylenen şuydu:

‘’Osman bir rüya görüyor. Bu rüyada gördüklerini uyandığında kağıtlara yazıyor. Bu yazdıkları kimi zaman bir mekan, kimi zaman bir insan, kimi zaman da sadece görüntüler olabiliyor. Bu parçaları, özel analiz ekibimiz bir araya getirip muhtemel senaryoları çıkarıyor. Bu analizlere göre muhtemel hedefler belirleniyor. Göreviniz, bu tılsımları taşıyan insanları tespit etmek. Onlarla konuşamazsınız, onlarla temas edemezsiniz. Onlar sizin takipte olduğunuzu bilmemeli. Tek yapmanız gereken doğru hedefin seçildiğine emin olmak. Gerisini biz halledeceğiz’’

‘’Siz kimsiniz ya? Bir avuç asker.. Bir avuç istihbaratçı.. Bu adamlar terörist mi? Suçlu mu? Osman daha bir çocuk’’ diye düşündü Korkut Bey.

- Ahh Aziz Hoca, ne işler sardın başımıza? deyiverdi.

Hülya hanım bakışlarını Korkut Bey’e çevirdi:

- Efendim?

- Yok bir şey.. 

- Peki efendim.

- Şu efendimi kaldıralım Hülya hanım, ‘’Korkut Bey’’ diyebilirsiniz bana

- Elbette Korkut Bey.

Kadın buzdolabı gibiydi. Korkut Bey’in ‘’sadece tespit’’ için görevlendirdiği ekipte böyle bir asker eskisinin işi ne hala anlamış değildi.

- İnanıyor musun Hülya hanım? diye sordu

- Neye Korkut Bey?

- Yani tüm bunlara.. Özel güçler.. Yetenekler.. Tılsımlar..

- Görevi sorgulamam Korkut Bey, inanıp inanmamamızın bir önemi yok.

‘’Tam bu asker eskisinden beklenen bir cevap’’ diye düşündü Korkut Bey.

- Hani çok fantastik şeyler bunlar.. Ne biliyim, işin içinde Aziz Hoca olmasa hiçbir ciddiyeti yok benim için.

- Yani siz inanmıyorsunuz Korkut Bey?

- Senin de dediğin gibi inanıp inanmamamızın bir önemi yok. Görev görevdir.

Hülya hanım ‘’evet’’ anlamında başını sallayıp camdan dışarı bakmaya devam etti. Korkut Bey, tüm olanları düşündü. ‘’16 yıldız, 16 tılsım, 16 yetenek!.. Hadi canım sen de..’’

***

- Şemsettin bey! Siz tıp literatürüne gireceksiniz!

Doktor röntgen kağıdına bakarak bunu söylediğinde, acıdan kıvranan yaşlı adam içinden ‘’Şerafeddin! Şerafettin! Değil!’’ diyordu. Hanımı söze girdi:

- Dohtor bey, bu gaçıncı? Alamadınız şu daşı böğründen?

Doktor ellerindeki röntgen kağıtlarını karıştırıyor, kadının yüzüne bile bakmıyordu:

- Ablacım! Senin kocanın böğründe, aman şey, böbreğindeki taş bi bakıyorsun var, bir bakıyorsun yok! Bak bu 2 gün arayla çekilmiş! Birinde yumruk kadar taş var! Öteki tertemiz! Bu nasıl oluyor hala anlamıyorum! dedi heyecanla

Hanımı söylenenlerden bişey anlamamıştı:

- Hocam bu daş sağa sola neyim gayıyordur belki?

- Ablacım, senin kocanın taşı bir var bir yok! Nereye kayacak koskoca taş Allahaşkına bizden iyi mi bileceksiniz! Şemsi bey, ben seni bir araştırma hastanesine sevk edeyim diycem ama olayı da anlamaya çalışıyorum. Senin böbreğin iki günde bir nasıl yumruk kadar taş üretiyor da sen bu koskoca taşla hala nefes alabiliyosun?!

Şerafeddin bey, acısının biraz dinmesiyle sedyede doğrulup bir hocaya, bir elindeki röntgen kağıtlarına baktı. Sorunu çözmesi gereken kendisiymiş gibi hanımı da doktor gibi ona bakıyordu. Üstünü başını düzeltip ayağa kalkmaya çalıştı. Hanımı hemen koluna girdi:

- Aman Şeref! Daha yeni eyi oldun!

Şerafeddin bey’in cevabı tokat gibiydi:

- Şerafeddin be kadın! Şerafeddin! diye haykırdı.

İkincisini, ikidir kendisini yanlış çağıran doktora doğru söyledi. Doktor normalde bu köylü tiplere bu kadar müsamaha göstermezdi ama ortada gerçekten garip bir vaka vardı. Şerafeddin bey, kapıya doğru yöneldi. Doktor arkasından bağırdı:

- Şeraf..feddin abii.. Bak sana bir doktor arkadaşımı yazacağım. Araştırma hastanesinde bu. Sana yardımcı olsun. Senin taş normal bi taş değil, seninki bi şekilde radyolojide görünmeyebiliyor! Kayboluyor sanki..

Şerafeddin bey, arkasını dahi dönmemişti. Kapının yanındaki sebil makinasına ve üstündeki su dolu damacanaya baktı. Pancarlarını hatırladı. Kapıdan yavaşça dışarı çıktı. Arkasından koşan hanımı sinirle fısıldadı:

- Ne sinirleniyon okumuş adama? Seni şehre göndereyim diyor fena mı diyor..

- Cebimde beş kuruş param yok kadın kimbilir şehirde kaç gün uğraştıracaklar beni.. Boşver gelip gidiyor zaten bu acı.. Zaten niye geldiysem seninle yine bu zıkkım hastaneye!

- Pancar da pancar! Sen sula pancarı sula pancarı, ne ağnadım ben bu işten? Yağmur yağmadı mı işin yok senin pancarla.. yiter artık!

Hastane kapısından çıkarken Şerafeddin beyin gözü yine yukarıya doğru çevrildi. Bulutsuz mavi gökyüzünün hararetli görüntüsünün arasında, küçük bir uçak gördü.

***

Korkut Bey, kendisine raporu okuyan Hülya Arbuz’un yüzüne anlamsızca baktı. Neden sonra bir kahkaha patlattı. Jet inişe geçmeye hazırlanıyordu.

- Ne ne? Hava olaylarını mı? Yok artık! Ben bunun filmini izledim geçen gün!

Hülya Hanım, amiri pozisyonundaki bu adamın gayri ciddi tavırlarını önemsemiyordu ama söz konusu görev olduğunda müsamaha gösteremezdi:

- Lütfen Korkut Bey! İnanıp inanmamak değil, biz görevimize odaklanacağız! Raporlara göre hedefimiz bu doğu ilinde bir hastanede. Fiziksel tanımı yok, hastanenin kaçıncı katında olduğu ve doktor adından başka bir veri yok..

Korkut bey, ciddiyetini takınmış yüz ifadesiyle:

- Hedef mi? Hedef dediğinin; adam, kadın veya çocuk olmasıyla, genç ya da yaşlı olmasıyla ilgili problemi bir kenara bırakıyorum, sen diyorsun ki ‘’Bu tılsımın gücü meteorolojik hadiseleri kontrol edebilme yeteneği’’ öyle mi? Nasıl? Bana bunu bir anlat bakalım: Na-sıl?



Hülya hanım, arkasına yaslandı. Elindeki dosyayı önündeki masaya bırakıp, aklından geçenleri söylemeye başladı:

- Yada taşı..

- Ne?

- Yada taşı.. Yani sihir taşı.. Çok eski devirlerde, atalarımıza göklerden bir taş hediye edilmiş. Tarihte Naymanlar’ın, Cengiz Han’a karşı savaşta bu taşı kullandığı rivayet edilir. Taş, onu elinde tutana yağmur, kar, dolu yağdırma ve hatta fırtına çıkarma gibi güçler bahşeder.  Rivayetlere göre Nuh peygamber, onu oğlu Yafes’e verdiğinden ‘’Yafes taşı’’ da denilir. Evliya Çelebi seyahatnamesini okudunuz mu?

- Evliya Çelebi mübalağalarla dolu..

- Orda da Kafkasya yollarında bir yerlinin garip efsunlarla bulutları gökte toplayıp yağmur yağdırdığını ve elinde yumurta büyüklüğünde siyah bir taş tuttuğunu yazar.

- Erzurum soğuğunda damdan dama atlayan kedinin havada donup kaldığını da yazar.

Hülya hanım gülümsedi:

- Bu taşa Araplar ‘’Hacerül Matar’’, Farslar ‘’Senki Vede’’ derler. Medeniyet tarihi boyunca hangi zaman dilimine bakarsanız, bu rivayetleri görürsünüz Korkut Bey. Divan-ı Lügatit Türk’te Kaşgarlı Mahmut ‘’Fal bir nevi kahinliktir. Hususi taşlarla yapılır. Bu usül Türkler arasında yayın bir şeydir. Yağmur, rüzgar gibi tabiat olaylarını talep etmeye mahsus yada taşı ile fala bakılır. Ben bunu Yağmalar şehrinde gözlerimle gördüm’’ der.

- Fal?

- Evet, eskiler bir çok isim takmışlar. Celaleddin Harzemşah ‘’Biz de fallara inanmazdık ama gözümüzle görünce sahih olduğuna inandık’’ diyor.




- Başka?

- 18.yüzyılda Osmanlı Rus savaşlarında kullanıldığı rivayet edilir.

- Ruslar mı kullanmış?

- Evet taş en son oradaymış, hatta Hitler’in Rus ordusuna yenilmesinin ardında da bu taşın tılsımı yatıyor olabilir deniyor.

- Hadi canım, Moskova seferindeki hava koşulları bununla açıklanamaz!

- Dünyanın en güçlü ordusu kabul edilen kızıl orduyu defalarca yeniyorsun, İngiltere ve Fransa’yı bir günde işgal edebilecek kapasitede bir savaş stratejisi yapabiliyorsun ama moskovanın hava şartları aklına gelmiyor mu?

- Bu dünyada olmayan bir teknoloji.. Varlığı meçhul, doğaüstü addedilen bir taş! Hiç mümkün görünmüyor!

Hülya Hanım gülümsedi:

- Hacerül Esved de öyle bir taş aslında..

Korkut Bey, her soruya cevap veren bu kadını yeni tanımaya başladığını o anda fark etti. Bütün bunları bilmekle kalmıyor, aynı zamanda bunlara inandığı gözlerinden okunuyordu.

- Peki ama bir insan demiştik? Bu taşı tutan bir insan mı var?

Hülya hanım elindeki dosyayı Korkut Bey’e uzattı:

- O kadarını bilmiyorum, hastaneye ulaştığımızda öğreneceğiz.

***

Şerafeddin bey, hastane dönüşü tarlaya gitmek istediyse de yaşlı bedenine güvenememişti. Şapkasını çıkarıp abdest almak için tulumbanın yanına oturdu. ‘’Keşke şöyle bi tulumba tarlada olsa da sabah akşam su bassak’’ diye içinden geçirdi. Çünkü tulumbaya her bastığında buz gibi, gürül gürül sular akıyordu. Üstelik suyun tadı o kadar güzeldi ki, Şerafeddin abdest almadan önce içmekten pek bi hoşlanırdı. İşi bittiğinde paçaları yukarıda evine doğru giderken elinde ibrikle hanımını gördü:

- Ben de sana su getirdiydim abdest alan diye..

- Gerek yoh, tulumbadan çektim..

Hanımı şaşırdı:

- Şeref senin gafan da iyi değil, tulumba kurumuş su gelmiyor ki..

Şerafeddin Bey alaycı bir ifadeyle hanımına baktı:

- Kadın kendi evünden haberin yoh! Akıyor tulumba, su var!

Kadın sinirlendi:

- Ne diyon sen adam! Bir aydır kupkuru o kuyu! Her gün çeşmeden getirim ya ben suyu?

Şerafeddin Bey iyiden iyiye sinirlendi yine azarladı hanımını:

- İyi ya bundan sonra tulumbadan çeken..

Kadın elindeki ibriği bırakıp, güneşin altında su damlaları pırıl pırıl parlayan tulumbaya koştu. Gözlerine inanamadı. Bir aydır fısır fısır sesler çıkarıp tek damla su vermeyen tulumbadan tek dokunuşla gürül gürül su akıyordu. Tulumba koluna dokunduğunda o kadar çok su geliyordu ki, tutma kolunun yanından, üzerinden her tarafından sula fışkırır gibi oluyordu. ‘’Ne olur ne olmaz’’ diyerek eve koşup boş kapları getirdi. Tulumbaya doğru koşayım derken elindeki bidonları yere düşürdü. Bahçenin ortasında saçı sakalı birbirine girmiş genç bir adam dikiliyordu.

***

Korkut Bey ve Hülya hanım üçüncü katta, raporda söylenen doktorların odalarını buldu. Ancak bir doktor içeride yoktu. Görevlilere sorduklarında kimse de bilemedi. Böyle küçük şehirlerde, doğuda doktorların yerinde olmaması anlaşılabilirdi. ‘’Kimbilir sabahtan akşama kadar kimlerle uğraşıyorlar’’ diye düşündü. O sırada raporu yazan analiz ekibine doktorun adını veren Osmancık’ı düşündü. ‘’10 yaşında, İngiliz, dilsiz, kanser bir çocuk; doğuda unutulmuş bu hastanede bu doktorun adını nerden bilebilir?’’ diye düşündü.

Hastane müdürüne kimliğini gösteren Hülya Hanım, doktora telefonla ulaşabileceklerini söyledi Korkut Bey’e. Telefon bir türlü cevap vermiyordu. Mesai saatinde kaybolan doktoru şikayet edecekti Korkut Bey. ‘’Hele bir konuşalım senle!’’ diye içinden geçirdi. Kısa bir sürede tüm hastane görevlileri tüm katlarda doktoru aramaya başladılar. Hemşireler bu işin üzerlerine kalacağından korkmuş, ağlak bir sesle ‘’vallahi bize de haber vermedi’’ diyorlardı.

Korkut Bey’e verilen emirler arasında ‘’hedefin farketmemesi’’ esası da vardı. Ortalık daha fazla ayağa kalkmasın diye, Hülya hanımla beraber ‘’biz daha sonra buluşuruz’’ diyerek otoparka doğru yöneldiler.  İl Özel İdaresinin tahsis ettiği arabada beklerken, Hülya hanım internetten bulduğu doktorun fotoğrafını Korkut Bey’e gösterdi. Korkut Bey’in gözleri de hastane önündeki gelen gidene bakıyordu. 

- Şu dosyada başka neler var? Diye sordu Korkut Bey çaresiz

- Hepsi bu.. Gördünüz Korkut Bey.. 

- Birşeyler daha olmalı. Bugün bu doktoru bulamazsak hedefi de bulamayacağız. Bugün burada olacak ama yarın nerde olur bilemeyiz.

- T2020 ve DF166 bir şey ifade ediyor mu?

Korkut bey bu kodları daha önce de okumuştu ama ne analiz ekibi ne de kendisi bir sonuca ulaşamamıştı. Bu kodlardan koordinatlar, adresler ve hatta telefon numaraları bile denenmişti ama bir sonuç yoktu.

Yaklaşık 20 dakikadır araçta bekleyen ikili gittikçe ümitlerini kaybediyor gibiydiler. Şoför de bu garip resmi görevli ikilinin kimi veya neyi aradıkları hakkında bir fikirleri yoktu. Dikiz aynasından boş boş bakıyordu. Yardımcı olmak istediyse de, bu ikili çok ketum çıkmıştı. Cevap vermek bir yana, dönüp bakmıyorlardı bile. ‘’Amaaan ne haliniz varsa görün’’ dedi içinden ama merak dürtüsü de her yanını kemiriyordu. 

- Dosyalara bak! dedi Hülya hanım. 

Sesindeki heyecandan daha çok ‘’sizli bizli’’ konuşmayı bırakmış olmasını garipsedi Korkut Bey. Elinde tuttuğu dosya kalan doktorların hasta kayıt kağıtlarıydı. DF164, DF165 ve DF167.. 

- DF166!?

- Evet! dedi Hülya hanım. Bu da diğer doktorların değil, kayıp doktorun hedefle iletişime geçtiğini gösteriyor bize. Garip! Bak! Bugün sadece 1 hastaya bakmış: Adııııı… Şeraf..fettin..

- Demek erkek! Soyadı yok, peki nasıl bulacağız? Saat iyice geç oldu. Gece nöbetçisi değilse bu doktor da hastaneye gelmez. 

Korkut Bey, iyiden iyiye ümitsizliğe kapılmıştı. Kendisine verilen ilk görevi başaramamayı, kendisine yakıştıramıyordu. Saatine baktı, saat 23:44 ‘tü.. Artık onu burada aramanın bir faydası olmayacağını düşündü. Yarın polise ‘’Şerafettin’’ ismini sordurabilir, yerini buldurabilirdi. Fakat o zamana kadar bu garip taşı elinde bulunduran adamı, yani hedefi de kaçırabilirdi.

- Otelimize gidelim.. dedi şoföre. 

Şoför kendisiyle ilk defa konuşulduğunu görünce trip atar gibi bir hareket yaptı. Elini marşa götürdü ama araba çalışmadı. ‘’Tık’’ dahi etmedi. Korkut Bey, mahrumiyet bölgesinde olduğunu bir kez daha hatırladı. Sinirle aşağı indi. Hülya hanım da arkasından indi.

- Taksi çağıracağım.. dedi. Hülya hanım başıyla onu onayladı.
Elini kaldırıp hastane taksilerinden birini yanına çağırdı. İşareti alan taksici heyecanla arabasına atlayıp, resmi arabanın yanında dikilen ikiliye doğru arabasını sürdü. Korkut Bey, hastane önünü aydınlatan sokak lambalarının ve yaklaşan arabanın farları arasında taksinin plakasını gördü: T2020

Her ikisinin de göz bebekleri küçülmüştü.

***
- Anne babam benimle konuşmayacak mı?

‘’Yıllar sonra eve gelen çocuğun annesine sorması gereken ilk soru bu olmamalıydı’’ diye düşündü Şerafeddin Beyin karısı. Çok istemiyordu ama o da kocasının bu sitemine ortak olmalıydı. Üniversite okusun diye gönderdiği çocuğu yıllarca haber yollamamış, telefonlara bile çıkmamıştı. Şimdi hiç bir şey olmamış gibi evine dönmesi düşünülemezdi. Şerafeddin bey, onu namazda sağa selam verirken görmüştü. Sol yanına selam verdiğinde gözyaşını görmüştü hanımı. 

- Napak guzum? Sen gettin gelmedin, bir arayıp sormadın heç.. Bunlar öldü mü galdı mı diye?

- Anam biliyorum, hatalıyım. Ama işte geri döndüm bak.

- Ne oldu da aklın başına geldi o vakit?

Çocuğun gözleri uzaklara daldı. Sanki bir film seyreder gibiydi:

- İnan ki, pişmanım. Hem de çok pişmanım. Yaptığım her şeyden. Bir arkadaşım vardı, bana doğru yolu o gösterdi. Elinizi öpmeye geldim.
Kadın, kalkıp oğluna sarılmamak için kendini zor tutuyordu. İçeriki odada tek başına oturan kocasına da laf geçiremeyeceğinin farkındaydı.

- Geç oldu kalk yatağını yapam senin..

- Beni affettiğinizi söylemeden uyuyamam ki..

Çocuğun dolu gözlerindeki samimiyeti görmemek için kör olmak gerekirdi. Hem bu ne inattı böyle? Kadın kocasına sinirlenmişti ama renk vermek de istemiyordu:

- Birkaç saat sonra zabah olacak.. Hele bir uyuyun ikiniz de siniriniz geçer.
Çocuk cebinden bir fotoğraf çıkarıp bir süre baktı. Daha sonra onu koynuna geri koyup annesinin hazırladığı naftalin kokulu döşeğe uzandı. Annesi ‘’hadi uyuyun bakalım’’ diyerek odadan çıktı. Gökyüzü bulutsuz olduğundan yıldızlar çok net seçiliyordu. Şehir ışıkları olmadığında, hava da temizse ışıklı bir gökyüzü olacağını okumuştu ama bu kadar güzel olacağını bilmiyordu. Pencereden bakmak ona yetmedi. Kalkıp pencere kenarına kadar geldi. Gökyüzünü dolduran binlerce yıldız arasında en parlak olanına baktı: ‘’Teşekkürler Atmaca abi’’ diye sayıkladı. Tam yatağına uzanacakken, köy yolu boyunca ilerleyen araçların far ışıklarını gördü. Perdeyi kapatıp uykuya daldı. Hiç bu kadar iyi uyuyamayacağını düşündü.

***

- T2020! Ne kadar aptalız! Tabi ki bir taksi!

Hülya hanım fısıldayarak söylemişti ama Korkut bey, taksicinin işkillenmesini istemiyordu. Taksici sabah köyden getirdiği adamı tanımıyordu ama adamın çok acı çeken yaşlı bir adam olduğunu söyledi Korkut Bey’e. Taksiciye devlet görevlisi olduklarını söylemişlerdi ama kimlik göstermediklerinden, taksicinin yanlış anlamasından çekiniyordu Korkut Bey. 

- Şerafettin.. Adama birileri bişey mi yaptı acaba? Neden acı çekiyordu ki.. Taşı nerede saklıyor acaba? Evinde mi?

Hülya hanım hiç birine cevap vermiyordu. Saatine baktığında saat 03:22 ‘yi gösteriyordu. Köy yolunun birkaç saat alacağını söyleyen taksicinin sözünü hatırladı. Kafasını çevirip cep telefonuyla bir şeyler karıştırmaya başladı. Hava durumuna baktığını gördü. Hava yine açık ve güneşliydi. Herşey yetmiyormuş gibi sıcak hava da iyice bunaltıyordu.

Korkut Bey’in sevmediği bir şey varsa o da şu cep telefonlarıyla vakit öldürenlerdi. Hülya hanım’ı daha çok tanımaya başladığını düşündü. Erkeksi görüntüsünün altında, yine de cep telefonuyla oyunlar oynayan küçük bir kız olabilirdi.

Uzun farların aydınlattığı köy yollarında, farlara yapışıp kalan böceklerin görüntüsü hipnotize eder gibiydi. Uyuyakalan Hülya Hanım’ın üzerini ceketiyle örterken belindeki beylik tabancasını gördü Korkut Bey. ‘’Hedefi tespit et’’ görevinde, silah ne için kullanılabilirdi ki? Silahlardan hoşlanmazdı ama doğu illerinde boş dolaşılmasından daha iyi bir seçenek olduğunu kabul etti. Taksi şoförü yıllarca uyumuş da uyanmış gibiydi. En ufak bir uykusuzluk sezinlenmiyordu. Buna karşın Hülya hanım uyuyakalmış, kendisi de gözlerini zor açık tutabilmişti. Saatine baktığında 05:13’ü gördü. Şoföre ‘’gelince haber ver’’ diyip kafasını ön koltuğun arkasına bıraktı. Kendisini esir almaya çalışan uykuya teslim olmuştu.

***

Sabah namazına kalkan babasına ibrik taşıyarak ortamı yumuşatmak istedi çocuk. Ancak babası daha erken kalkmış, bahçedeki tulumbadan abdest alıyordu. Kendisi de ibriği kullandı. Babası namaza duracakken arkasına annesi geliverdi. Çocuk da bir adım atarak, elindeki küçük seccadeyi babasının ayak arkasına bıraktı. Babası yere serilen seccadeyi görmüştü ama kafasını çevirip oğluna bakmadı. Sünneti kılan ev ahalisi, çocuğun kametiyle şaşırdı. Kaçarı yok, sabah namazı cemaatle eda edilecekti. ‘’Allahu ekber’’ seslerinin ardından, doğanın uyanışına tanık oldular. Güneşi karşılayan ahali, kuş cıvıltıları ve sabah serinliği ile uykudan iyice arınmışlardı. Namaz sona erdiğinde Şerafeddin bey, doğrulup duvardaki bastonu ve şapkasını kaptı. Hızlı adımlarla bahçeye doğru çıktı. Hanımı arkasından:

- Nereye Şeref?

Adam arkasını dönmeden cevap verdi:

- Şerafeddin!... Tarlaya gidiyorum. Kurudu pancarlar!

Çocuk ümit dolu bir sesle arkasından seslendi:

- Baba!.. Pancar.. Tamam.. Ben bişeyler öğrendim, yağmur yağmasa da pancarları kurtarırız.

Şerafeddin Bey, bir süre arkası dönük bekledi. Arkadan bakıldığında önden görüldüğü kadar zayıf görünmüyordu Şerafeddin Bey. Kafasını öne eğdi.

- Gerek yok! dedi.. Allah büyük! Yağar illa ki..

Yürümeye devam etti Şerafeddin bey.. Tam bahçe kapısından çıkarken büyük bir acıyla irkildi. Böbrek taşı yeniden sancımıştı. Bu defa o kadar şiddetliydi ki dizlerinin bağları çözülüp olduğu yere çöktü. Gözlerinin önünde parlak bir ışık belirdi. Işık o kadar kuvvetliydi ki kör olduğunu düşündü. O sırada oğlu ve hanımı kollarından tutup onu sırt üstü yere yatırdıklarını hissetti. Belli belirsiz sesler duyuyor ama gözlerini kaplayan ışıktan hiçbirşey göremiyordu. Oğlunun sesini seçtiği anda:

- Oğlum! Ben seni affettim, sen de beni affet! diye haykırdı sancıları arasında.

Tam o sırada korkunç bir gök gürültüsü duyuldu. Artan rüzgar ve nemli hava hiç de tanıdık değildi oysa. 


Gözleri açık olduğu halde bir takım silüetler, gölgeler görüyor ama hiç bir şey seçemiyordu. Gökgürültüsü sesini hayalinde duyduğunu düşündü. Sırtüstü yerde uzanırken, yüzüne su damlaları döküldü. 

Güneş ortalığı yeni aydınlatıyorken, ev ahalisi yüzünü gökyüzündeki yağmur getiren kara bulutlara döndü. Bulutlar o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki, sanki bir el onları bir araya topluyordu. 

Şerafeddin bey, bir kolunda hanımı, diğerinde oğlu olduğu halde yüzüne düşen damlaların yağmur olduğunu fark etti. Gözlerindeki ışık yavaş yavaş kaybolurken, sırtındaki ağrı da hafiflemeye başlamıştı. Gökyüzünden yağan yağmuru gördü sonra.. Pancarları düşündü.. Gülümsedi. 

Şerafeddin bey ve ailesi yağmurda sırılsıklam olmuşlardı. 

Sımsıkı birbirlerine sarılırlarken bir taksinin hızla olay yerinden ayrıldığını gördüler.
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan