RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

7 Şubat 2017 Salı

Türkiye'nin Kahramanları - 03

BÖLÜM 03: YADA TAŞI

Aziz Hoca gitmişti..

Şimdi Korkut Bey; 10 yaşında, adının ‘’Osman’’ olduğunu öğrendiği kara gözlü çocukla karşılıklı oturuyordu. Çocuğun gerçek adı ‘’Liam’’dı ancak Aziz Hoca ona baktığı andan itibaren ‘’Osmancık’’ diyordu ve çocuk da bu ismi kabullenmiş görünüyordu. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in gelecek görüsü yeteneğine sahip birinin bu ismi almasını garipsemedi Korkut Bey. Çocuğun kendisinden daha çok endişeleniyordu. Aziz Hoca’nın söylediklerinin gerçekliği bir tarafa, ‘’Gelecekten görüntüler görmek ne tür bir psikolojik baskıdır kim bilir’’ diyordu Korkut Bey. 

- Neden burada olduğunu biliyor musun? diye sordu Korkut Bey. Çocuk duyma engelliydi ama dudak okuyabiliyordu. Çocuk cevap vermedi. Aynı derin bakışlarla bakmaya devam etti. Sorusunu bu defa İngilizce sorma gereği duydu:

- Do you know why you are here son? 

Çocuk gülümsedi. ‘’Evet’’ anlamında kafasını salladı ve önündeki not defterine yavaş hareketlerle bir şeyler yazdı. Korkut Bey çocuğun yazdığı defteri eline alıp baktı: ‘’Türkçe biliyorum efendim’’ yazıyordu. Altına da ‘’T2020’’ ve ‘’DF166’’ yazmıştı. Korkut Bey, Türkçe anlaşabileceğine sevindi ama sondaki koda bir anlam veremedi. ‘’Muhtemelen Aziz hocanın kimya formüllerinden..’’ diye düşündü.

Tam o sırada kapı iki defa tıklatıldı. Korkut bey, masadan kalkmadan makam odasının kapısına doğru seslendi: ‘’Geel’’

İçeriye kısa boylu, erkeksi yüz hatlarına sahip orta yaşlı bir kadın girdi. Korkut Bey’in yanına özel sekreter olarak verilmişti ama kadının her halinden bir askeri geçmişi olduğu belli oluyordu. İsmi ‘’Hülya Arbuz’’du. Kendisine gönderilen kısıtlı CV’sinde bildiği yabancı diller ve ortaöğretimi dışında pek bir detay yoktu. Emir büyük yerdendi. ‘’Ekibini kur’’ dendiği andan itibaren kendi seçimlerini yapacağını düşünen Korkut Bey, hep başka iradelerin seçimleri arasında buluyordu kendini. Bu kadın bunlardan birisiydi. Ekibe ne gibi bir katkısı olacağı meçhuldü ama ‘’istihbaratla bir bağı varsa, bu kullanılabilir’’ diye düşündü Korkut Bey.

Hülya Arbuz, elindeki sarı renkli dosyayı Korkut Bey’in masasının üzerine bıraktı. Korkut Bey, bir yandan gelen evrağı kontrol ederken, diğer yandan gözü Liam’a, yani Osmancık’a takıldı. Osman tüm dikkati ve gülümsemesiyle Hülya’ya bakarken, Hülya karşı duvara bir asker gibi dimdik, hazırolda bakmakla meşguldü.

***



Yaşlı adam, tarlasının toprağından bir avuç alıp buruşuk ellerinin arasında sıktı. Toprak o kadar kuruydu ki, elindeki parça un gibi parmaklarının arasından döküldü. Yaşlı gözleri bir yerdeki küçük şeker pancarı yapraklarına, bir pancar motoruna gitti. Gökyüzüne bakmak için şapkasını hafifçe yukarı kaldırdı. Güneş tüm azametiyle ortalığı kavuruyordu. Bu mevsimde kuraklık beklenilebilir bir şeydi ama son 30 yıldır böylesi görülmemişti. Yaşlı adam doğrulup pancar motoruna doğru yöneldi. O sırada hanımı tarlanın ucundan göründü. Sırtına attığı bohçasında muhtemelen yaşlı adamın katığı vardı. Yemek aklına gelince ağzının kuruluğu aklına geldi. Dilini ağzının içinde oynattı. Sonra gözü tekrar yerdeki pancar yapraklarına takıldı. ‘’Allahım yardım et.. Susuzluk hepimizi öldürecek’’ diye fısıldadı. O sırada hanımı da yanına kadar gelmişti. ‘’Şeref motoru mu çalıştıracaksın yine?’’

Hanımının iki huyu hoşuna gitmezdi yaşlı adamın. Birincisi ’’Şerafeddin’’ adını ‘’Şeref’’ diye kısaltması, diğeri tarla taban işlerine burnunu sokması. 

- Keyfimizden açmıyoruz heralda.. 3 gün susuz mu kalacak bunlar? diye gösterdi pancarları..

- Eyi diyon da Şeref, biz bunu hergün aça aça ne kazanacaz böyle?
Şerafeddin bey zaten güneşin altında kavrulurken sinir katsayıları yükseliyordu, bir de hanımına laf yetiştirmenin derdine düşmüştü. Hiddetlendi:

- Naapak? Yağmıyor işte mübarek! Naapak ya?

Hanımı da gökyüzüne doğru baktı. Ortalıkta tek bir bulut yoktu. Başını öne eğdi:

- Ziraat möhendisiydi ya oğlun?

Şerafeddin bey elindeki çapayı yere fırlattı:

- Benim oğlum yok!! diye haykırdı.. Aha bu bulutlar nasıl yok? Benim oğlum da yok!

Hanımı üniversite okumaya İstanbul’a giden oğlunu hiç unutmamıştı. Yıllardır ne arayıp ne soruyordu. Memleketinde doğumlar oldu, ölümler oldu, düğünler oldu.. Ama oğlu gelmemeyi tercih etmişti. Son aylarda telefonlarına bile bakmıyordu artık. ‘’Hay Şeref.. Aklından sildin galbinden silebildin mi oğlunu?’’ dedi içinden. Tam o sırada Şerafeddin bey’in haykırışı duyuldu. Yaşlı adam avazı çıktığı kadar ‘’Aaah!’’ diye bağırıp yere yığıldı. Hanımı hemen yere düşen adamın koluna girip köy halkına bağırdı: ‘’Gomşular yetişin! Ambulans çağırın Şeref yine ölüyor!’’

***

Korkut Bey, uçağa binmekten oldum olası hoşlanmazdı. Yanına verdikleri Hülya hanımın ciddi tavırları da oldukça canını sıkmaya başlamıştı. Kadın her yere kafa hizasında bir robot gibi bakıyor, mütemadiyen elindeki telefona bir şeyler yazıyordu. ‘’İnsan ilişkileri gelişmemiş’’ diye düşündü Korkut Bey. ‘’En azından emir komuta zincirinde üstündeyim’’ diye düşündü. 

Cumhurbaşkanlığının ayarladığı özel jet, havalandığında Korkut Bey önündeki masada titreyen sarı dosyanın üzerine bir bardak su koyup ağırlığın dosyayı düşürmesini engelledi. Dosyada okuduklarına bir anlam verememişti ama sistem artık bu şekilde işleyecekti. Ona söylenen şuydu:

‘’Osman bir rüya görüyor. Bu rüyada gördüklerini uyandığında kağıtlara yazıyor. Bu yazdıkları kimi zaman bir mekan, kimi zaman bir insan, kimi zaman da sadece görüntüler olabiliyor. Bu parçaları, özel analiz ekibimiz bir araya getirip muhtemel senaryoları çıkarıyor. Bu analizlere göre muhtemel hedefler belirleniyor. Göreviniz, bu tılsımları taşıyan insanları tespit etmek. Onlarla konuşamazsınız, onlarla temas edemezsiniz. Onlar sizin takipte olduğunuzu bilmemeli. Tek yapmanız gereken doğru hedefin seçildiğine emin olmak. Gerisini biz halledeceğiz’’

‘’Siz kimsiniz ya? Bir avuç asker.. Bir avuç istihbaratçı.. Bu adamlar terörist mi? Suçlu mu? Osman daha bir çocuk’’ diye düşündü Korkut Bey.

- Ahh Aziz Hoca, ne işler sardın başımıza? deyiverdi.

Hülya hanım bakışlarını Korkut Bey’e çevirdi:

- Efendim?

- Yok bir şey.. 

- Peki efendim.

- Şu efendimi kaldıralım Hülya hanım, ‘’Korkut Bey’’ diyebilirsiniz bana

- Elbette Korkut Bey.

Kadın buzdolabı gibiydi. Korkut Bey’in ‘’sadece tespit’’ için görevlendirdiği ekipte böyle bir asker eskisinin işi ne hala anlamış değildi.

- İnanıyor musun Hülya hanım? diye sordu

- Neye Korkut Bey?

- Yani tüm bunlara.. Özel güçler.. Yetenekler.. Tılsımlar..

- Görevi sorgulamam Korkut Bey, inanıp inanmamamızın bir önemi yok.

‘’Tam bu asker eskisinden beklenen bir cevap’’ diye düşündü Korkut Bey.

- Hani çok fantastik şeyler bunlar.. Ne biliyim, işin içinde Aziz Hoca olmasa hiçbir ciddiyeti yok benim için.

- Yani siz inanmıyorsunuz Korkut Bey?

- Senin de dediğin gibi inanıp inanmamamızın bir önemi yok. Görev görevdir.

Hülya hanım ‘’evet’’ anlamında başını sallayıp camdan dışarı bakmaya devam etti. Korkut Bey, tüm olanları düşündü. ‘’16 yıldız, 16 tılsım, 16 yetenek!.. Hadi canım sen de..’’

***

- Şemsettin bey! Siz tıp literatürüne gireceksiniz!

Doktor röntgen kağıdına bakarak bunu söylediğinde, acıdan kıvranan yaşlı adam içinden ‘’Şerafeddin! Şerafettin! Değil!’’ diyordu. Hanımı söze girdi:

- Dohtor bey, bu gaçıncı? Alamadınız şu daşı böğründen?

Doktor ellerindeki röntgen kağıtlarını karıştırıyor, kadının yüzüne bile bakmıyordu:

- Ablacım! Senin kocanın böğründe, aman şey, böbreğindeki taş bi bakıyorsun var, bir bakıyorsun yok! Bak bu 2 gün arayla çekilmiş! Birinde yumruk kadar taş var! Öteki tertemiz! Bu nasıl oluyor hala anlamıyorum! dedi heyecanla

Hanımı söylenenlerden bişey anlamamıştı:

- Hocam bu daş sağa sola neyim gayıyordur belki?

- Ablacım, senin kocanın taşı bir var bir yok! Nereye kayacak koskoca taş Allahaşkına bizden iyi mi bileceksiniz! Şemsi bey, ben seni bir araştırma hastanesine sevk edeyim diycem ama olayı da anlamaya çalışıyorum. Senin böbreğin iki günde bir nasıl yumruk kadar taş üretiyor da sen bu koskoca taşla hala nefes alabiliyosun?!

Şerafeddin bey, acısının biraz dinmesiyle sedyede doğrulup bir hocaya, bir elindeki röntgen kağıtlarına baktı. Sorunu çözmesi gereken kendisiymiş gibi hanımı da doktor gibi ona bakıyordu. Üstünü başını düzeltip ayağa kalkmaya çalıştı. Hanımı hemen koluna girdi:

- Aman Şeref! Daha yeni eyi oldun!

Şerafeddin bey’in cevabı tokat gibiydi:

- Şerafeddin be kadın! Şerafeddin! diye haykırdı.

İkincisini, ikidir kendisini yanlış çağıran doktora doğru söyledi. Doktor normalde bu köylü tiplere bu kadar müsamaha göstermezdi ama ortada gerçekten garip bir vaka vardı. Şerafeddin bey, kapıya doğru yöneldi. Doktor arkasından bağırdı:

- Şeraf..feddin abii.. Bak sana bir doktor arkadaşımı yazacağım. Araştırma hastanesinde bu. Sana yardımcı olsun. Senin taş normal bi taş değil, seninki bi şekilde radyolojide görünmeyebiliyor! Kayboluyor sanki..

Şerafeddin bey, arkasını dahi dönmemişti. Kapının yanındaki sebil makinasına ve üstündeki su dolu damacanaya baktı. Pancarlarını hatırladı. Kapıdan yavaşça dışarı çıktı. Arkasından koşan hanımı sinirle fısıldadı:

- Ne sinirleniyon okumuş adama? Seni şehre göndereyim diyor fena mı diyor..

- Cebimde beş kuruş param yok kadın kimbilir şehirde kaç gün uğraştıracaklar beni.. Boşver gelip gidiyor zaten bu acı.. Zaten niye geldiysem seninle yine bu zıkkım hastaneye!

- Pancar da pancar! Sen sula pancarı sula pancarı, ne ağnadım ben bu işten? Yağmur yağmadı mı işin yok senin pancarla.. yiter artık!

Hastane kapısından çıkarken Şerafeddin beyin gözü yine yukarıya doğru çevrildi. Bulutsuz mavi gökyüzünün hararetli görüntüsünün arasında, küçük bir uçak gördü.

***

Korkut Bey, kendisine raporu okuyan Hülya Arbuz’un yüzüne anlamsızca baktı. Neden sonra bir kahkaha patlattı. Jet inişe geçmeye hazırlanıyordu.

- Ne ne? Hava olaylarını mı? Yok artık! Ben bunun filmini izledim geçen gün!

Hülya Hanım, amiri pozisyonundaki bu adamın gayri ciddi tavırlarını önemsemiyordu ama söz konusu görev olduğunda müsamaha gösteremezdi:

- Lütfen Korkut Bey! İnanıp inanmamak değil, biz görevimize odaklanacağız! Raporlara göre hedefimiz bu doğu ilinde bir hastanede. Fiziksel tanımı yok, hastanenin kaçıncı katında olduğu ve doktor adından başka bir veri yok..

Korkut bey, ciddiyetini takınmış yüz ifadesiyle:

- Hedef mi? Hedef dediğinin; adam, kadın veya çocuk olmasıyla, genç ya da yaşlı olmasıyla ilgili problemi bir kenara bırakıyorum, sen diyorsun ki ‘’Bu tılsımın gücü meteorolojik hadiseleri kontrol edebilme yeteneği’’ öyle mi? Nasıl? Bana bunu bir anlat bakalım: Na-sıl?



Hülya hanım, arkasına yaslandı. Elindeki dosyayı önündeki masaya bırakıp, aklından geçenleri söylemeye başladı:

- Yada taşı..

- Ne?

- Yada taşı.. Yani sihir taşı.. Çok eski devirlerde, atalarımıza göklerden bir taş hediye edilmiş. Tarihte Naymanlar’ın, Cengiz Han’a karşı savaşta bu taşı kullandığı rivayet edilir. Taş, onu elinde tutana yağmur, kar, dolu yağdırma ve hatta fırtına çıkarma gibi güçler bahşeder.  Rivayetlere göre Nuh peygamber, onu oğlu Yafes’e verdiğinden ‘’Yafes taşı’’ da denilir. Evliya Çelebi seyahatnamesini okudunuz mu?

- Evliya Çelebi mübalağalarla dolu..

- Orda da Kafkasya yollarında bir yerlinin garip efsunlarla bulutları gökte toplayıp yağmur yağdırdığını ve elinde yumurta büyüklüğünde siyah bir taş tuttuğunu yazar.

- Erzurum soğuğunda damdan dama atlayan kedinin havada donup kaldığını da yazar.

Hülya hanım gülümsedi:

- Bu taşa Araplar ‘’Hacerül Matar’’, Farslar ‘’Senki Vede’’ derler. Medeniyet tarihi boyunca hangi zaman dilimine bakarsanız, bu rivayetleri görürsünüz Korkut Bey. Divan-ı Lügatit Türk’te Kaşgarlı Mahmut ‘’Fal bir nevi kahinliktir. Hususi taşlarla yapılır. Bu usül Türkler arasında yayın bir şeydir. Yağmur, rüzgar gibi tabiat olaylarını talep etmeye mahsus yada taşı ile fala bakılır. Ben bunu Yağmalar şehrinde gözlerimle gördüm’’ der.

- Fal?

- Evet, eskiler bir çok isim takmışlar. Celaleddin Harzemşah ‘’Biz de fallara inanmazdık ama gözümüzle görünce sahih olduğuna inandık’’ diyor.




- Başka?

- 18.yüzyılda Osmanlı Rus savaşlarında kullanıldığı rivayet edilir.

- Ruslar mı kullanmış?

- Evet taş en son oradaymış, hatta Hitler’in Rus ordusuna yenilmesinin ardında da bu taşın tılsımı yatıyor olabilir deniyor.

- Hadi canım, Moskova seferindeki hava koşulları bununla açıklanamaz!

- Dünyanın en güçlü ordusu kabul edilen kızıl orduyu defalarca yeniyorsun, İngiltere ve Fransa’yı bir günde işgal edebilecek kapasitede bir savaş stratejisi yapabiliyorsun ama moskovanın hava şartları aklına gelmiyor mu?

- Bu dünyada olmayan bir teknoloji.. Varlığı meçhul, doğaüstü addedilen bir taş! Hiç mümkün görünmüyor!

Hülya Hanım gülümsedi:

- Hacerül Esved de öyle bir taş aslında..

Korkut Bey, her soruya cevap veren bu kadını yeni tanımaya başladığını o anda fark etti. Bütün bunları bilmekle kalmıyor, aynı zamanda bunlara inandığı gözlerinden okunuyordu.

- Peki ama bir insan demiştik? Bu taşı tutan bir insan mı var?

Hülya hanım elindeki dosyayı Korkut Bey’e uzattı:

- O kadarını bilmiyorum, hastaneye ulaştığımızda öğreneceğiz.

***

Şerafeddin bey, hastane dönüşü tarlaya gitmek istediyse de yaşlı bedenine güvenememişti. Şapkasını çıkarıp abdest almak için tulumbanın yanına oturdu. ‘’Keşke şöyle bi tulumba tarlada olsa da sabah akşam su bassak’’ diye içinden geçirdi. Çünkü tulumbaya her bastığında buz gibi, gürül gürül sular akıyordu. Üstelik suyun tadı o kadar güzeldi ki, Şerafeddin abdest almadan önce içmekten pek bi hoşlanırdı. İşi bittiğinde paçaları yukarıda evine doğru giderken elinde ibrikle hanımını gördü:

- Ben de sana su getirdiydim abdest alan diye..

- Gerek yoh, tulumbadan çektim..

Hanımı şaşırdı:

- Şeref senin gafan da iyi değil, tulumba kurumuş su gelmiyor ki..

Şerafeddin Bey alaycı bir ifadeyle hanımına baktı:

- Kadın kendi evünden haberin yoh! Akıyor tulumba, su var!

Kadın sinirlendi:

- Ne diyon sen adam! Bir aydır kupkuru o kuyu! Her gün çeşmeden getirim ya ben suyu?

Şerafeddin Bey iyiden iyiye sinirlendi yine azarladı hanımını:

- İyi ya bundan sonra tulumbadan çeken..

Kadın elindeki ibriği bırakıp, güneşin altında su damlaları pırıl pırıl parlayan tulumbaya koştu. Gözlerine inanamadı. Bir aydır fısır fısır sesler çıkarıp tek damla su vermeyen tulumbadan tek dokunuşla gürül gürül su akıyordu. Tulumba koluna dokunduğunda o kadar çok su geliyordu ki, tutma kolunun yanından, üzerinden her tarafından sula fışkırır gibi oluyordu. ‘’Ne olur ne olmaz’’ diyerek eve koşup boş kapları getirdi. Tulumbaya doğru koşayım derken elindeki bidonları yere düşürdü. Bahçenin ortasında saçı sakalı birbirine girmiş genç bir adam dikiliyordu.

***

Korkut Bey ve Hülya hanım üçüncü katta, raporda söylenen doktorların odalarını buldu. Ancak bir doktor içeride yoktu. Görevlilere sorduklarında kimse de bilemedi. Böyle küçük şehirlerde, doğuda doktorların yerinde olmaması anlaşılabilirdi. ‘’Kimbilir sabahtan akşama kadar kimlerle uğraşıyorlar’’ diye düşündü. O sırada raporu yazan analiz ekibine doktorun adını veren Osmancık’ı düşündü. ‘’10 yaşında, İngiliz, dilsiz, kanser bir çocuk; doğuda unutulmuş bu hastanede bu doktorun adını nerden bilebilir?’’ diye düşündü.

Hastane müdürüne kimliğini gösteren Hülya Hanım, doktora telefonla ulaşabileceklerini söyledi Korkut Bey’e. Telefon bir türlü cevap vermiyordu. Mesai saatinde kaybolan doktoru şikayet edecekti Korkut Bey. ‘’Hele bir konuşalım senle!’’ diye içinden geçirdi. Kısa bir sürede tüm hastane görevlileri tüm katlarda doktoru aramaya başladılar. Hemşireler bu işin üzerlerine kalacağından korkmuş, ağlak bir sesle ‘’vallahi bize de haber vermedi’’ diyorlardı.

Korkut Bey’e verilen emirler arasında ‘’hedefin farketmemesi’’ esası da vardı. Ortalık daha fazla ayağa kalkmasın diye, Hülya hanımla beraber ‘’biz daha sonra buluşuruz’’ diyerek otoparka doğru yöneldiler.  İl Özel İdaresinin tahsis ettiği arabada beklerken, Hülya hanım internetten bulduğu doktorun fotoğrafını Korkut Bey’e gösterdi. Korkut Bey’in gözleri de hastane önündeki gelen gidene bakıyordu. 

- Şu dosyada başka neler var? Diye sordu Korkut Bey çaresiz

- Hepsi bu.. Gördünüz Korkut Bey.. 

- Birşeyler daha olmalı. Bugün bu doktoru bulamazsak hedefi de bulamayacağız. Bugün burada olacak ama yarın nerde olur bilemeyiz.

- T2020 ve DF166 bir şey ifade ediyor mu?

Korkut bey bu kodları daha önce de okumuştu ama ne analiz ekibi ne de kendisi bir sonuca ulaşamamıştı. Bu kodlardan koordinatlar, adresler ve hatta telefon numaraları bile denenmişti ama bir sonuç yoktu.

Yaklaşık 20 dakikadır araçta bekleyen ikili gittikçe ümitlerini kaybediyor gibiydiler. Şoför de bu garip resmi görevli ikilinin kimi veya neyi aradıkları hakkında bir fikirleri yoktu. Dikiz aynasından boş boş bakıyordu. Yardımcı olmak istediyse de, bu ikili çok ketum çıkmıştı. Cevap vermek bir yana, dönüp bakmıyorlardı bile. ‘’Amaaan ne haliniz varsa görün’’ dedi içinden ama merak dürtüsü de her yanını kemiriyordu. 

- Dosyalara bak! dedi Hülya hanım. 

Sesindeki heyecandan daha çok ‘’sizli bizli’’ konuşmayı bırakmış olmasını garipsedi Korkut Bey. Elinde tuttuğu dosya kalan doktorların hasta kayıt kağıtlarıydı. DF164, DF165 ve DF167.. 

- DF166!?

- Evet! dedi Hülya hanım. Bu da diğer doktorların değil, kayıp doktorun hedefle iletişime geçtiğini gösteriyor bize. Garip! Bak! Bugün sadece 1 hastaya bakmış: Adııııı… Şeraf..fettin..

- Demek erkek! Soyadı yok, peki nasıl bulacağız? Saat iyice geç oldu. Gece nöbetçisi değilse bu doktor da hastaneye gelmez. 

Korkut Bey, iyiden iyiye ümitsizliğe kapılmıştı. Kendisine verilen ilk görevi başaramamayı, kendisine yakıştıramıyordu. Saatine baktı, saat 23:44 ‘tü.. Artık onu burada aramanın bir faydası olmayacağını düşündü. Yarın polise ‘’Şerafettin’’ ismini sordurabilir, yerini buldurabilirdi. Fakat o zamana kadar bu garip taşı elinde bulunduran adamı, yani hedefi de kaçırabilirdi.

- Otelimize gidelim.. dedi şoföre. 

Şoför kendisiyle ilk defa konuşulduğunu görünce trip atar gibi bir hareket yaptı. Elini marşa götürdü ama araba çalışmadı. ‘’Tık’’ dahi etmedi. Korkut Bey, mahrumiyet bölgesinde olduğunu bir kez daha hatırladı. Sinirle aşağı indi. Hülya hanım da arkasından indi.

- Taksi çağıracağım.. dedi. Hülya hanım başıyla onu onayladı.
Elini kaldırıp hastane taksilerinden birini yanına çağırdı. İşareti alan taksici heyecanla arabasına atlayıp, resmi arabanın yanında dikilen ikiliye doğru arabasını sürdü. Korkut Bey, hastane önünü aydınlatan sokak lambalarının ve yaklaşan arabanın farları arasında taksinin plakasını gördü: T2020

Her ikisinin de göz bebekleri küçülmüştü.

***
- Anne babam benimle konuşmayacak mı?

‘’Yıllar sonra eve gelen çocuğun annesine sorması gereken ilk soru bu olmamalıydı’’ diye düşündü Şerafeddin Beyin karısı. Çok istemiyordu ama o da kocasının bu sitemine ortak olmalıydı. Üniversite okusun diye gönderdiği çocuğu yıllarca haber yollamamış, telefonlara bile çıkmamıştı. Şimdi hiç bir şey olmamış gibi evine dönmesi düşünülemezdi. Şerafeddin bey, onu namazda sağa selam verirken görmüştü. Sol yanına selam verdiğinde gözyaşını görmüştü hanımı. 

- Napak guzum? Sen gettin gelmedin, bir arayıp sormadın heç.. Bunlar öldü mü galdı mı diye?

- Anam biliyorum, hatalıyım. Ama işte geri döndüm bak.

- Ne oldu da aklın başına geldi o vakit?

Çocuğun gözleri uzaklara daldı. Sanki bir film seyreder gibiydi:

- İnan ki, pişmanım. Hem de çok pişmanım. Yaptığım her şeyden. Bir arkadaşım vardı, bana doğru yolu o gösterdi. Elinizi öpmeye geldim.
Kadın, kalkıp oğluna sarılmamak için kendini zor tutuyordu. İçeriki odada tek başına oturan kocasına da laf geçiremeyeceğinin farkındaydı.

- Geç oldu kalk yatağını yapam senin..

- Beni affettiğinizi söylemeden uyuyamam ki..

Çocuğun dolu gözlerindeki samimiyeti görmemek için kör olmak gerekirdi. Hem bu ne inattı böyle? Kadın kocasına sinirlenmişti ama renk vermek de istemiyordu:

- Birkaç saat sonra zabah olacak.. Hele bir uyuyun ikiniz de siniriniz geçer.
Çocuk cebinden bir fotoğraf çıkarıp bir süre baktı. Daha sonra onu koynuna geri koyup annesinin hazırladığı naftalin kokulu döşeğe uzandı. Annesi ‘’hadi uyuyun bakalım’’ diyerek odadan çıktı. Gökyüzü bulutsuz olduğundan yıldızlar çok net seçiliyordu. Şehir ışıkları olmadığında, hava da temizse ışıklı bir gökyüzü olacağını okumuştu ama bu kadar güzel olacağını bilmiyordu. Pencereden bakmak ona yetmedi. Kalkıp pencere kenarına kadar geldi. Gökyüzünü dolduran binlerce yıldız arasında en parlak olanına baktı: ‘’Teşekkürler Atmaca abi’’ diye sayıkladı. Tam yatağına uzanacakken, köy yolu boyunca ilerleyen araçların far ışıklarını gördü. Perdeyi kapatıp uykuya daldı. Hiç bu kadar iyi uyuyamayacağını düşündü.

***

- T2020! Ne kadar aptalız! Tabi ki bir taksi!

Hülya hanım fısıldayarak söylemişti ama Korkut bey, taksicinin işkillenmesini istemiyordu. Taksici sabah köyden getirdiği adamı tanımıyordu ama adamın çok acı çeken yaşlı bir adam olduğunu söyledi Korkut Bey’e. Taksiciye devlet görevlisi olduklarını söylemişlerdi ama kimlik göstermediklerinden, taksicinin yanlış anlamasından çekiniyordu Korkut Bey. 

- Şerafettin.. Adama birileri bişey mi yaptı acaba? Neden acı çekiyordu ki.. Taşı nerede saklıyor acaba? Evinde mi?

Hülya hanım hiç birine cevap vermiyordu. Saatine baktığında saat 03:22 ‘yi gösteriyordu. Köy yolunun birkaç saat alacağını söyleyen taksicinin sözünü hatırladı. Kafasını çevirip cep telefonuyla bir şeyler karıştırmaya başladı. Hava durumuna baktığını gördü. Hava yine açık ve güneşliydi. Herşey yetmiyormuş gibi sıcak hava da iyice bunaltıyordu.

Korkut Bey’in sevmediği bir şey varsa o da şu cep telefonlarıyla vakit öldürenlerdi. Hülya hanım’ı daha çok tanımaya başladığını düşündü. Erkeksi görüntüsünün altında, yine de cep telefonuyla oyunlar oynayan küçük bir kız olabilirdi.

Uzun farların aydınlattığı köy yollarında, farlara yapışıp kalan böceklerin görüntüsü hipnotize eder gibiydi. Uyuyakalan Hülya Hanım’ın üzerini ceketiyle örterken belindeki beylik tabancasını gördü Korkut Bey. ‘’Hedefi tespit et’’ görevinde, silah ne için kullanılabilirdi ki? Silahlardan hoşlanmazdı ama doğu illerinde boş dolaşılmasından daha iyi bir seçenek olduğunu kabul etti. Taksi şoförü yıllarca uyumuş da uyanmış gibiydi. En ufak bir uykusuzluk sezinlenmiyordu. Buna karşın Hülya hanım uyuyakalmış, kendisi de gözlerini zor açık tutabilmişti. Saatine baktığında 05:13’ü gördü. Şoföre ‘’gelince haber ver’’ diyip kafasını ön koltuğun arkasına bıraktı. Kendisini esir almaya çalışan uykuya teslim olmuştu.

***

Sabah namazına kalkan babasına ibrik taşıyarak ortamı yumuşatmak istedi çocuk. Ancak babası daha erken kalkmış, bahçedeki tulumbadan abdest alıyordu. Kendisi de ibriği kullandı. Babası namaza duracakken arkasına annesi geliverdi. Çocuk da bir adım atarak, elindeki küçük seccadeyi babasının ayak arkasına bıraktı. Babası yere serilen seccadeyi görmüştü ama kafasını çevirip oğluna bakmadı. Sünneti kılan ev ahalisi, çocuğun kametiyle şaşırdı. Kaçarı yok, sabah namazı cemaatle eda edilecekti. ‘’Allahu ekber’’ seslerinin ardından, doğanın uyanışına tanık oldular. Güneşi karşılayan ahali, kuş cıvıltıları ve sabah serinliği ile uykudan iyice arınmışlardı. Namaz sona erdiğinde Şerafeddin bey, doğrulup duvardaki bastonu ve şapkasını kaptı. Hızlı adımlarla bahçeye doğru çıktı. Hanımı arkasından:

- Nereye Şeref?

Adam arkasını dönmeden cevap verdi:

- Şerafeddin!... Tarlaya gidiyorum. Kurudu pancarlar!

Çocuk ümit dolu bir sesle arkasından seslendi:

- Baba!.. Pancar.. Tamam.. Ben bişeyler öğrendim, yağmur yağmasa da pancarları kurtarırız.

Şerafeddin Bey, bir süre arkası dönük bekledi. Arkadan bakıldığında önden görüldüğü kadar zayıf görünmüyordu Şerafeddin Bey. Kafasını öne eğdi.

- Gerek yok! dedi.. Allah büyük! Yağar illa ki..

Yürümeye devam etti Şerafeddin bey.. Tam bahçe kapısından çıkarken büyük bir acıyla irkildi. Böbrek taşı yeniden sancımıştı. Bu defa o kadar şiddetliydi ki dizlerinin bağları çözülüp olduğu yere çöktü. Gözlerinin önünde parlak bir ışık belirdi. Işık o kadar kuvvetliydi ki kör olduğunu düşündü. O sırada oğlu ve hanımı kollarından tutup onu sırt üstü yere yatırdıklarını hissetti. Belli belirsiz sesler duyuyor ama gözlerini kaplayan ışıktan hiçbirşey göremiyordu. Oğlunun sesini seçtiği anda:

- Oğlum! Ben seni affettim, sen de beni affet! diye haykırdı sancıları arasında.

Tam o sırada korkunç bir gök gürültüsü duyuldu. Artan rüzgar ve nemli hava hiç de tanıdık değildi oysa. 


Gözleri açık olduğu halde bir takım silüetler, gölgeler görüyor ama hiç bir şey seçemiyordu. Gökgürültüsü sesini hayalinde duyduğunu düşündü. Sırtüstü yerde uzanırken, yüzüne su damlaları döküldü. 

Güneş ortalığı yeni aydınlatıyorken, ev ahalisi yüzünü gökyüzündeki yağmur getiren kara bulutlara döndü. Bulutlar o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki, sanki bir el onları bir araya topluyordu. 

Şerafeddin bey, bir kolunda hanımı, diğerinde oğlu olduğu halde yüzüne düşen damlaların yağmur olduğunu fark etti. Gözlerindeki ışık yavaş yavaş kaybolurken, sırtındaki ağrı da hafiflemeye başlamıştı. Gökyüzünden yağan yağmuru gördü sonra.. Pancarları düşündü.. Gülümsedi. 

Şerafeddin bey ve ailesi yağmurda sırılsıklam olmuşlardı. 

Sımsıkı birbirlerine sarılırlarken bir taksinin hızla olay yerinden ayrıldığını gördüler.
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan