RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

15 Nisan 2017 Cumartesi

''Biz Üç Kişiydik''

Acıbadem Bakırköy Hastanesi’nde sabaha karşı ölümünü duyduğu ağabeyi Yusuf Hayaloğlu hakkında basın mensuplarına konuşan Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya şöyle diyor:
"Kendisi çok gençti. Ölümü bize erken geldi. Ağabeyimin bütün şiirlerini hem Ahmet hem de ben çok severdik. "Ah Ulan Rıza' ve "Biz Üç Kişiydik' şiirlerinde, bize göre ağabeyim kendisini ve Ahmet'i anlatmıştır. Hatta şiirde ismi 'Bedirhan' olan karakter eşim Ahmet, 'Suphi' olan isim ise ağabeyim Yusuf"

  
Haber bültenlerinde duyduğumuz kimi kalıplaşmış cümleler bizi basit düşünmeye sevk eder 
‘’Suriye’den geldiği belirlenen ve Elazığ kırsalında, 300 ton patlayıcı ile intihar eylemi yapmaya hazırlanan 7 terörist etkisiz hale getirildi’
Bir sonraki habere geçersiniz. Çünkü alışılagelmiş görevi ‘’sadece haber almak’’ olan biz izleyiciler için, intihar bombacısı teröristlerin etkisiz hale getirilmeleri, yani öldürülmeleri yeterlidir. 

Normal bir izleyici, o teröristlerin ‘’Suriye’den 300 ton patlayıcı ile nasıl geldikleri’’ sorusunu sormaz. Veya gelen teröristlerin ‘’ 300 ton patlayıcıyı Elazığ’ın neresinden ve nasıl temin ettiği’’ sorusunu.. (Burada bir parantez açayım kamyonlar maksimum 35, tırlar 60 ton taşıyabilmektedirler. Dolayısıyla 300 sayısına ulaşmak için nasıl bir filo gerekiyor siz düşünün)

Biz bir sonraki telefon dolandırıcıları tarafından kandırılmış profesör haberini izlerken, güvenlik güçlerinin görevlerini yaptığını düşünerek rahat uyuruz. Bir süre sonra Elazığ’da bir patlama gerçekleşir. Şehit ve yaralılarımız vardır. Elazığ uzaktadır ve şehit cenazelerine yavaş yavaş alışmaya başlamışızdır. Twitter veya facebook gibi sosyal ortamlarda lanet okuyup duyar kasarız. Mümkünse bir süre önce 300 ton patlayıcıyı yakalayan güvenlik güçlerine de ufaktan giydiririz ki sinirlendiğimiz belli olsun. Sonra görevimizi yapmış olmanın verdiği rahatlıkla, bir sonraki  halay çeken dayılara dalan kedi videosu paylaşırız.

Ve yine ‘’o bombalar oraya nasıl geldi?’’ sorusunu sormaz, soramayız..

Bombalar oraya gelmemiştir aslında. Bombalar daima oradadır. Sadece fitili ateşleyecek kıvılcımı beklemektedir sinsice.. 


Terör böyle bir şey canlar.. Dağdaki eli silahlı teröristler ve şehirde avukat, gazeteci, bürokrat, milletvekili kılığında dolaşanlar haricinde; şehirlerde, kasabalarda, köylerde yuvalanmış hainler, onları ortaya çıkaracak mesajı haince beklerler. İşte asıl saldırılar da bu hainlerden gelir. Dağda sıçan gibi kaçan, şehirde delikanlılık taslayıp hapse girdiğinde her türlü fırıldağı çeviren gördüklerimiz birer illüzyondur aslında. 

Burada yaşadığım için bilirim; Bingöl’ün Genç ilçesinde her yıl mütemadiyen mağaralar, yeraltına gömülü patlayıcılar ele geçirilir. Nerelerde mi? Vatanını milletini seven, sıradan insanların yaşadıkları evlerin bahçelerinde.. Veya Cuma cemaatinin ön saflarının değişmez hacı dayılarının birinin arazisinde.. Hiç bilemezsin. Tek bildiğimiz, cep telefonuna gelen ‘’Falanca merkez ve köyler özel güvenlik alanı ilan edilmiştir. Sokağa çıkma yasağı falanca saate kadardır’’ O saat bittiğinde her şey bitti zannedilir. Aradan çok geçmeden hükümet konağı taranır.


Bu bitmeyen kısır döngünün asıl sebebi, terör örgütü mensupları değil, terör örgütü sempatizanları, müntesipleridir. Dağdan gelen hain sürüsüne yer gösteren, saklayan ve gözeten de bunlardır. Çözüm süreci ile devletin terörle mücadelede halk desteği büyük ölçüde sağlandı ama henüz bölge halkının tamamında ‘’devlet bilinci’’ yerleşmiş değil. ‘’Tut ki bu devlet bitti, çöktü gitti.. Ne olacak?’’sorusunu soramayacak kadar cehalet ve kin ile yoğurulmuş, aldatılmış, zorlanmış bir şuursuz sürü..


Terörle mücadele çok derin.. Ben bundan bahsetmek istemiyordum. Başlangıçta Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya’nın bir röportajını vermiştim. Bu yazının da ana konusu bu röportajdaki şiirlerden ‘’Biz Üç Kişiydik’’ ile alakalı olacak. Naçizane bir analiz yapmaya çalışacağım. Muhtemelen fanatik Ahmet Kaya veya Yusuf Hayaloğlu taraftarlarının hoşuna gitmeyecektir. Ancak yazıda bir yargıya varmadan, sadece okuyabildiklerimi aktarmaya çalışacağım.


Öncelikle şiire bir göz gezdirelim:


Biz üç kişiydik; Bedirhan, Nazlıcan ve ben
Üç ağız, üç yürek, üç yeminli fişek...
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
Boynumuzda ağır vebal, koynumuzda çapraz tüfek.

El tetikte kulak kirişte ve sırtımız toprağa emanet
Baldıran acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
Yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık
Deniz çok uzaktaydı ve dokunuyordu yalnızlık.

Gece uçurum boylarında, uzak çakal sesleri
Yüzümüze, ekmeğimize, türkümüze çarpar geçerdi
Göğsüne kekik sürerdi Nazlıcan, tüterdi buram buram
Gizlice ona bakardık, yüreğimiz göçerdi.

Belki bir çoban kavalında yitirdik Nazlıcan ı,
Ateşböcekleriyle bir oldu kırpışarak tükendi.
Bir narin kelebek ölüsü bırakıp tam ortamıza,
Kurşun gibi, mayın gibi tutuşarak tükendi...

Oy Nazlıcan vahşi bayırların maralı
Nazlıcan saçları fırtınayla taralı
Sen de böyle gider miydin yıldızlar ülkesine
Oy Nazlıcan... oy can evinden yaralı.

Nazlıcan serin yayla çiçeği
Nazlıcan deli dolu heyecan
Göğsümde bir sevda kelebeği
Nazlıcan ah Nazlıcan...

Artık yenilmiş ordular kadar eziktik, sahipsizdik
Geçip gittik, parka ve yürek paramparça
Gerisi ölüm duygusu, gerisi sağır sessizlik,
Geçip gittik, Nazlıcan boşluğu aramızda.

Bedirhanı bir gedikte sırtından vurdular
Yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları
Omuzdan kayan bir tüfek gibi usulca
Titredi ve iki yana düştü kolları.

Ölüm bir ısırgan otu gibi sarmıştı her yanını
Devrilmiş bir ağaçtı ay ışığında gövdesi
Uzanıp bir damla yaş ile dokundum kirpiklerine
Göğsümü çatlatırken nabzımın tükenmiş sesi.

Sanki bir şakaydı bu, birazdan uyanacaktı,
Birazdan ateşi karıştırıp bir cigara saracaktı
Oysa ölüm sadık kalmıştı randevusuna ah
O da Nazlıcan gibi bir daha olmayacaktı.

Ey Bedirhan; katran gecelerin heyulası,
Ey Bedirhan; kancık pusuların belası
Sen de böyle bitecek adam mıydın, konuşsana...
Ey Bedirhan ey mezarı kartal yuvası.

Bedirhan mor dağların kaçağı
Bedirhan mavi gözleri şahan
Zulamda suskun gece bıçağı
Bedirhan ah Bedirhan.

Biz üç kişiydik
Üç intihar çiçeği
Bedirhan, Nazlıcan ve ben
Suphi...
Şiir bir eser olarak ilk olarak Ahmet Kaya tarafından ortaya konulduğundan (1992 - Dokunma Yanarsın) Suphi’nin temsili Ahmet Kaya olduğu düşünülebilirdi o zamanlar. Oysa bilen bilirdi ki, şiirin sahibi usta şair Yusuf Hayaloğlu idi. ‘’ve ben.. Suphi..’’ dediği de Yusuf Hayaloğlu’nun ta kendisiydi. Zaten kardeşi Gülten Kaya da bunu doğruluyor.

Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu’nun Marksist birer komunist olduğu bilinen bir gerçek. Ahmet Kaya’nın adı da, çoğu zaman Marksist olduğu savunulan PKK ile beraber anılmıştı. Orası çok tartışmalı bir konu olduğundan hiç girmeyelim ama şu video da şurda dursun




Ahmet Kaya bir röportajında ‘’Adı Bahtiyar’’ şarkısının öznesi ‘’Bahtiyar’’ adlı kişi ile cezaevinde tanıştığını söyler. Zaten adamın hikayesi şarkıda anlatılır. Rivayet odur ki bu hikaye Ahmet Kaya tarafından Yusuf Hayaloğlu’na anlatıldığında, Hayaloğlu Türkçenin ‘’öğrenilen –miş’li geçmiş zaman kipi’’ ile şiiri yazar:
 

DiyarbakırlıyMIŞ
Adı Bahtiyar..
Suçu saz çalmakMIŞ
Öğrendiği kadar..

Tıpkı Selahattin Demirtaş gibi zaza kökenli (zazalar kürt değildir) olan usta şair Hayaloğlu da, Bahtiyar’a adadığı şiiri yazarken başlığı da manidar koyar: Kod Adı Bahtiyar

Evet, Ahmet Kaya şarkılarında ‘’Adı Bahtiyar’’ diye seslendirse de, şiirin aslı ‘’Kod Adı Bahtiyar’’dır.

Şimdi soru şu:

Ahmet Kaya’nın  ‘’Çok uzun zaman önce İstanbul'da şubelerde kaldığım zaman bir arkadaş tanımıştım, kendisi Diyarbakırlı'ydı. İsmini sorduğum da isminin Bahtiyar olduğunu söylemişti bana. Günde iki sefer dörder saat arayla götürüyorlardı işkenceye, geri getiriyorlardı, hamur gibi atıyorlardı. Tek söylediği şey, 'adım Bahtiyar' diyordu. Başka bir şey söylemiyordu’’ diye anlattığı Bahtiyar,

Neden şubeye alınmış? Ve neden işkence görmüştü? Dahası.. Adam, neden (kod) adından başka bir şey söylemiyordu?

Yine rivayet odur ki; Bahtiyar Kod adlı kişi bir terörist gruba dahil olmakla birlikte, henüz suça karışmamış ve günah denizinde kulaç atmamıştır. Bu yüzden sorguda ona verilen kod adından başka bir şey söyleyemez ve işkence görür. Bu durum hümanist duyguları üst seviyede olan Ahmet Kaya için de psikolojik bir işkence kıvamındadır.

Şimdiye kadar öğrendiklerimizi bir gözden geçirip, asıl şiire tekrar göz atacağız:

1-    Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu Marksist ve terör örgütlerinin temsil ettiği ideolojiyi paylaşıyorlar
2-    Şiddetten yana olmamakla birlikte, çözümün silahlı mücadelede olduğunu kabullenmiş durumdalar.
3-    Eserlerinde bu mücadeleyi veren gerillalar için, üstü kapalı övgüler ve hikayeler anlatılmakta.

Üçüncü madde için bir süre düşündüyseniz şimdi şiire geçiyoruz:

‘’Biz üç kişiydik; Bedirhan, Nazlıcan ve ben
Üç ağız, üç yürek, üç yeminli fişek...’’

Bir üçlü arkadaş grubu mevcut. ‘’Yeminli fişek’’ söz öbeğinden bir amaç uğruna bir araya geldikleri açık

‘’Adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
Boynumuzda ağır vebal, koynumuzda çapraz tüfek’’

Öncelikle tüfek taşıyorlar bu arkadaşlar. İyimser düşünerek, dağda avcılık yapan bir arkadaş grubu olduğunu kabul edelim önce. Eğer tavşanlar, tavşan meclisini kurup ‘’yahu bu üç avcı ne bela oldular kardeşim bize soyumuzu kurutacaklar’’ demediyse, tahmin edebileceğiniz gibi bu üç arkadaş dağa çıkmış ve kendilerinden ‘’bela’’ diye söz ettirecek kadar başarılı eylemlere imza atmış teröristler.


‘’El tetikte kulak kirişte ve sırtımız toprağa emanet
Baldıran acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
Yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık
Deniz çok uzaktaydı ve dokunuyordu yalnızlık.’’

Evet silahları bırakmadıkları belli. Üşüyen eller, onların çoğunlukla geceyi dağda geçirdiğinin de göstergesi olabilir. ‘’Deniz çok uzakta’’ çünkü onlar doğudalar..

‘’Gece uçurum boylarında, uzak çakal sesleri
Yüzümüze, ekmeğimize, türkümüze çarpar geçerdi
Göğsüne kekik sürerdi Nazlıcan, tüterdi buram buram
Gizlice ona bakardık, yüreğimiz göçerdi.’’

Nazlıcan ile Suphi-Bedirhan ikilisi arasında bir bağ var. Bu bağın ne olduğu şiirde anlatılmıyor ama yıllar sonra Hayaloğlu’nun çektiği klibe göre Nazlıcan ve Suphi ‘nin arasında organik bir bağ var. 




Öte yandan Bedirhan da göğsüne kekik süren Nazlıcan’a gizlice bakabilecek bir cesareti var ve seviyor. Taşlar yerine oturuyor mu bilmem. Şimdi Gülten Kaya’nın denklemine göre:

X’e 1 dersek :D

Bedirhan = Ahmet Kaya
Suphi = Yusuf Hayaloğlu
ise
Nazlıcan = Gülten Kaya  oluveriyor iyi mi?

Peki neden kendi isimlerini kullanmıyorlar?


Bahtiyar’ı hatırladınız mı? KOD ADI Bahtiyar..

Şiirin gelecek kısmında ölüm metaforu ile Hayaloğlu’nun dağdan inişi temsil ettiğini düşünüyorum. Zira terör örgütü kaidelerine göre dağdan inmenin tek şartı da ölüm değil midir? Neyse bu kararı size bırakacağım.

‘’Belki bir çoban kavalında yitirdik Nazlıcan ı,
Ateşböcekleriyle bir oldu kırpışarak tükendi.
Bir narin kelebek ölüsü bırakıp tam ortamıza,
Kurşun gibi, mayın gibi tutuşarak tükendi...’’

‘’Oy Nazlıcan vahşi bayırların maralı
Nazlıcan saçları fırtınayla taralı
Sen de böyle gider miydin yıldızlar ülkesine
Oy Nazlıcan... oy can evinden yaralı.’’

Nazlıcan belli ki dağın soğuk iklimine ayak uyduramadı ve verdiği sözde mücadelede, bedeninin sağlığını daha önemli buldu. Veya ‘’kurşun gibi, mayın gibi tükenmek’’ deyimi olmayacağına göre,  gerilla savaşının kadınlara göre olmadığını kabul etmiş sayabiliriz. Yıldızlar ülkesi de sakın bizim al yıldızlı bayrak? Yok tamam tamam zorlamayacağım :)

‘’Artık yenilmiş ordular kadar eziktik, sahipsizdik
Geçip gittik, parka ve yürek paramparça
Gerisi ölüm duygusu, gerisi sağır sessizlik,
Geçip gittik, Nazlıcan boşluğu aramızda.’’

Bu üç arkadaşın dağda tavşan avlamak için kamp kurduğuna inanmak istiyordum ama kurşun ve mayından sonra ‘’yenilmiş ordular’’ filan iyice terörist olduklarına inanacağım.. Nazlıcanın gidişinden sonra bu Bedirhan ve Suphi dağda yalnız kalıyorlar. Henüz ispatlanmamış teorimize göre birisi kardeşinden, birisi gizli sevdiğinden uzak kalıyorlar. Ama görünen bir dava kadınını kaybetmenin vermiş olduğu sözde acı..

‘’Bedirhanı bir gedikte sırtından vurdular
Yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları
Omuzdan kayan bir tüfek gibi usulca
Titredi ve iki yana düştü kolları.’’

Tavşan avcılığı ihtimali giderek azalıyor. Ey Bedirhan senin dağda gedikte, geçitte işin ne allasen? Ayrıca ‘’yarıp çıktığı ablukalar?’’ sorusu da yine düşündürmüyor değil. Belli ki bu kıtada Bedirhan kod adlı kişi sırtından vuruluyor ve ölüyor. Ölüm metaforunun yine dağdan inmeyi temsil ettiğini düşünürsek, Ahmet Kaya da dağdan inmiş oluyor. Yalnız sırtından vurulma kısmı da çok ironik oldu böylece. Sözlerin ‘’kaşık fırlatılan gece’’den çok önce yazıldığını bildiğimiz için bunun bir tesadüf olduğunu kabul edeceğiz.

‘’Ölüm bir ısırgan otu gibi sarmıştı her yanını
Devrilmiş bir ağaçtı ay ışığında gövdesi
Uzanıp bir damla yaş ile dokundum kirpiklerine
Göğsümü çatlatırken nabzımın tükenmiş sesi.’’

Ahmet Kaya fanları fark edeceklerdir. Usta şair Hayaloğlu, satır aralarına Bedirhan’ın aslında Ahmet Kaya olduğuna dair ifadeler görebilirler. En belirgin olanı ise Hayaloğlu’nun Ahmet Kaya’nın ölümünün ardından yazdığı ‘’İşte Gidiyorum’’ adlı eserde, Ahmet Kaya’nın dilinden

‘’Size, yüzyallardır sesini kaybetmiş
Bir türküyü söyleyecektim;
Ve bir yayla rüzgarı şefkatiyle
Kirpiğinizin ucundan öpecektim’’ benzetmesidir.

Bundan sonrası tıpkı Nazlıcana olduğu gibi Bedirhan’a ağıt.. Bahsi geçen mezarı olan ''Kartal Yuvası'' da BJK'nin lisanslı ürün satan mağazası değil, bir dağın geçidindeki yüksek bir mevkii.. Bedirhan'ın dağdan indiği nokta olma ihtimali de yüksek..

Biz Üç Kişiydik’in son kısımlarına gelelim:

‘’Biz üç kişiydik
Üç intihar çiçeği
Bedirhan, Nazlıcan
ve ben..
Suphi...’’

''İntihar çiçeği''ni artık avcılık sporunda bir yere oturtmamız mümkün görünmüyor. İntihar eğitimi alan terörist gençleri konu alan bir belgeselde anlatılanlara benziyor.

Yorum sizin..

Not 1: Suphi’nin TKP kurucularından Mustafa Suphi olduğu da söylenir ama ben Gülten Kaya’ya inanmayı tercih ediyorum.

Not 2: Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu kendi alanlarında usta şahsiyetlerdir. Kişisel hayatlarında yaptıkları hatalar, onların sanatkar kişilikleri ile ayrı değerlendirilmelidir.

4 Nisan 2017 Salı

''Mutluluk Planlanır hahahah..''

"Sakın ha, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma" (İbrahim-42)


Parkta oynayan Suriyeli çocuğa yapılan 1 Nisan şakası..

Yakın.. Çok yakın..

Orası Suriye.. Parçalanmış, bölünmüş, her bir parça diğeriyle kavgalı.. Türkmenler, kürtler, araplar ve daha niceleri.. Onlar da yakın.. Çok yakın..


Güzel söz söylemesini bilen biri ''Acı çekiyorsan canlısın, başkalarının acısını hissediyorsan insansın'' demişti. Suriye, Irak, Yemen, Somali, Doğu Türkistan, Arakan ve tabi Filistin.. Kilometrelerce uzaktan başkalarının acısını hissettiren, kan kokan topraklar, mermi delikli binalar, duvarlar.. Dilini anlamadığımız bir kadın feryadı.. Yıkıntılar arasından oğlunun cesedine sarılan babanın ağzından seçilen ''Jenna..'' kelimesi.. Dünyada cehennemi tadan, cennete gitmemeli mi zaten? Hz.İbrahim'in bahçesinde koşturan yetim, öksüz çocukların ortak dili arapça değilse nedir? 

Yakın, hem de çok yakın.. 

Halep dediğin, iki şehir arası..

Yavuz Sultan Selim'in emanet sancağı..

İdlib de yakın..

Bu yakınlıktan bir haber düştü bültenlere.. Dediler ki ''Esed klor bombasıyla saldırmış İdlib'e..'' Çocuklar ölmüş hem.. Dünyanın gözü önünde kimyasal silahların kirlettiği yüzlerce taze beden..

Ha sosyal medyayı da kullanıyoruz bak yalan değil. Bir gıda firması işgüzar bir reklam çekmiş de onu tartışıyoruz aramızda. O bu muydu, şu falan mıydı diye birbirimize küfürler ederek hem de.. Yetmiyor reklamı tersten sarıp duyduğumuz seslere anlamlar yüklüyoruz. 

Ben ne mi yapacağım? Sorular bildiğiniz yerlerden gelecek, korkmayın. Siz reklamı konuşmak istiyorsunuz ben İdlib'i.. İyisi mi her ikisini birden anlatalım:

***
Suriye'nin batısında yer alan Han Şeyhun kasabası, baharın gelişi ile yeniden canlanan doğanın vaad ettiği umudu çocukların sokaklardaki çığlıklarıyla taşıyordu. Güneşli havayı fırsat bilen çocuklar sokakları doldurmuştu


Ancak hiç bir güzel şey sonsuza dek sürmezdi zaten.. Çocuklardan önce onları izleyen büyüklerin gözleri güneşli gökyüzüne döndü..


Savaş uçakları Suriye hava sahasında sık görülürdü ama bu defa yaklaşıyorlardı. 
Akıllardaki tek soru: Dost mu? Düşman mı?


Uçaklar hain bombalarını bıraktılar..



Bağırış çağırışların sesini, uçak motorlarının sesi bastırıyordu. Evlerine doğru koşan çocuklar daha ne olduğunu anlamadan bombanın patlaması ile donakaldı.


Evleri saran ateşin ardından yayılan gaz, rüzgarın da etkisiyle hızla Han Şeyhun sokaklarına yayılmaya başladı.


Yardım konvoyunda erzak sırası bekleyenler önce bomba sesinden korktular ama asıl onları korkutan sokaklara yayılan sarı-yeşil dumandı.


Erzak umuduyla yollara koyulan bedenler birer birer yere düşmeye başladı.


Yere düşenler hareket etmiyordu. Hayatta kalanlar ise acılar içinde inliyordu.


Kimyasaldan korunmak için hayatta kalanlar diğerlerine yardım için su taşımaya taşıdılar. Kimyasala bulanan bedenleri yıkamaya başladılar.


Ölü zannedilenler bile hareket edemeyen masumlardı. Sadece ölmek için bekledikleri o bir kaç dakika; aylar, yıllar gibi geliyordu.


Bu çocuklar zihinlerinden çok daha büyük acılarla sonsuz bir uykuya daldılar. ''Masumiyet nedir?'' diye sorulsa ''Uyuyan bir çocuk'' cevabını verirdim. Şimdi o kavramlar o kadar birbirine karıştı ki, artık ne diyeceğimi bilemiyorum.

Bildiğim tek şey, ''o gün'' geldiğinde bu çocukların söyleyecekleri şey:

''Şimdi hesaplaşma zamanı..''
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan