RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

6 Aralık 2019 Cuma

7 Beyaz Güvercin Tarihi

"7 asır önce, 7 beyaz güvercin bir dağın tepesine doğru süzülerek uçtular. Uçuşu izleyen 7 adamdan biri "7.güvercinin kanadında küçük, siyah bir nokta gördüm" dedi. Bugün o vadideki insanlar, eskiden dağın karlı zirvesine doğru uçan 7 siyah güvercinden bahsediyorlar"


Tarih, yazanların değil anlatanların dilini yansıtır. Kaynaklar, tarihe bakışımızı yönlendiriyor bu yüzden. Bugün bize yakın tarihimizi anlatan 2 ayrı tez var. Biri Cumhuriyet'in kuruluşuyla yükselen bir medeniyeti tasvir ederken; diğeri yapılan inkılâplardaki yanlışlardan, işbirlierinden, gizli ajandalardan bahsediyor. Biri "aykırı" olana delil sunuyor, öteki antitez ile karşısına çıkmak yerine onu düşmanlıkla suçluyor. Ve yapılan bütün münazaralar, münakaşa ile son buluyor. Olan da Türk tarih tezimize oluyor. Ortada aynı zaman çizgisi üzerinde, birbirine zıt ilerleyen iki ayrı zaman doğrusu var ama hangisinin "doğru" olduğu biz okuyuculara bırakılmış adeta..

Tarih bir bilim dalı oysa. Bilimsel düşüncede kesinlik, deney ve ispat yoluyla sağlanmalı değil midir? Düşünün Galilei Gelileo "dünya yuvarlaktır" diyor, 17.yy papalığı "değildir" diyor. 90 yıl boyunca kimse "yahu bu işin aslı astarı nedir bi bakalım" demiyor. Mümkün mü? Mesele Kopernik sistemi olunca bilim adamları harekete geçiyor ve hangi tezin doğru olduğuna dair bilimsel kanıtlar elde ediliyor ama mesele "Türk tarihi" olunca, kimse anlatılanları bilimsel verilerle doğrulama ihtiyacı hissetmiyor.

Genel olarak anlaşılamayan nokta, kendilerini "cumhuriyetçiler" ve "osmanlıcılar" olarak iki kümede buluveriyor. 

Cumhuriyetçiler, Atatürk'ün sayesinde yıkık bir ülkeden modern bir medeniyet çıktığı konusunda zerre şüphe etmiyorlar. Bu konudaki herhangi bir eleştiriyi, düşmanlığa vehmediyor ve muhatabını soysuz, kansız, yobaz olarak kategorize ediveriyor.

Osmanlıcıların da onlardan aşağı kalır yanı yok. Osmanlı'nın hiç bir hata yapmadığı, her şey güllük gülistanlık iken bir anda Atatürk'ün Sultan Vahdettin'e ihanet ederek, ithal kanunlarla memleketi özünden uzaklaştırdığı fikrine ulaşıyor.

Her iki iddia sahibi, kendi köşelerinden bağıra çağıra kendisinin doğru olduğunu, karşı tarafın ihanet içerisinde olduğuna hükmediyor kendi okudukları tarih tezine inanarak.

Ortada bir ikilem var ve bu problemi tarihçiler, bilim adamları çözebilir. Galileo ile Papa'lık arasındaki çıkmazın şiddeti doğurması gibi, bu ikilem arasında kalan iki görüş anlaşamadıkça çıkışı şiddette buluyor. 400 yıldır insanoğlunun doğasının zerre değişmemesi gibi, birbirini değiştirmeye çabalayan iki grubun çatışması beklenen medeniyetin yükselişine de ket vuruyor. Kısır çatışmalar, günlük sığ siyasetin de her gün kurbanı oluyorlar.

Bu memleketin bir Türk tarih tezine ihtiyacı var! Kim kırılır, ne dökülürüne bakmadan, kanıtlarıyla birlikte tarihi yeniden yazmak ve çocuklarımıza yeniden okutmak gerekiyor. 

"Bir kişinin" 7 beyaz güvercinin 1'inin kanadında gördüğü o siyah nokta, bugün kitaplarımızda "7 siyah güvercin" miti olarak anlatılıyor. Ve biz bu hikâyelere ne çok gönülden bağlıyız, o güvercinlerin tamamının siyah olduğuna öyle iman etmişiz ki..

10 Kasım 2019 Pazar

"İnsan Zayıf Yaratıldı"

".. insan zayıf yaratıldı" (Nisa 28)

Alemlerin Rabbi doğru söyledi, insan zayıftı. 

Hayvanlar doğar doğmaz bulunduğu ortama uyum sağlayacak şekilde yaratılmıştır. Bir tay doğduğu gün, dakikalar içinde ayağa kalkıp annesini dört ayak takip eder. Kuma gömüldüğü halde, kumdan çıkıp doğruca denize gitmeyi kaplumbağanın içine ilham eden Rabbimiz; onu, birinin yüzmeyi öğretmesini beklemeyecek kabiliyette yaratmıştır. Oysa insan doğduğu gün hissettirir zayıflığını. Bırakın yürümeyi, kendini doğrultacak kudreti kendinde bulamaz. Bir babun yavrusu annesi onu beslemese dahi, ağaç kabuklarının altındaki öz suyunu içerek hayatta kalabilir. İnsan, anne sütüne dahi nazlanır.

Antilop yavrusu doğar doğmaz koşabilecek kabiliyette değildir. Bu yüzden yırtıcılar için besin zincirinin en sonunda olmalıdırlar. Ancak yavrusunu yüksek otlar arasında doğuran antilop, yırtıcı aslanı görür görmez tabana kuvvet kaçar yavrusunu bırakıp. Çünkü ona otların arasında doğurmasını söyleyen Allah, yavruyu da kokusuz doğdurarak otların arasında görünmez ve koklayarak da hissedilmez kılar. İnsan yavrusunun düşmanları gözle görünmeyecek kadar küçük olabilirler. Yebi doğan çocuk iyi muhafaza edilmezse, bir mikrop dahi onu hemen öldürebilir.

Bir su ayısı, dondurucu soğuklardan, kaynayan suya, hatta ölümcül derecedeki radyasyona dahi dayanıklıdır. Bedenini battaniye gibi saran dna yapısını koruyan proteinler, onu dünyanın her yerinde yaşayabilecek bir tür yapar. İnsan, sıcaklıktaki ufak değişikliklerden bile etkilenir. Hemen hasta olur, müdahale edilmezse bir iki günde yitip gider.

İnsanın hor gördüğü akrepler, 3 ay susuzluğa 12 ay da açlığa dayanabilir. Çöl faresi ömrü boyunca su içmeden hayatta kalabilir. İnsanın sınırları bu küçücük hayvanlarla kıyas dahi edilmez.

İnsanın sadece anatomik zayıflıkları yoktur. Geleceği düşünür endişe eder, geçmişi düşünür üzülür. Yeme içmenin çok ötesinde, hayat gaileleri vardır. Yerdeki döşemedeki bir çıkıntıyı dert edinir, komşusunun yaptığı gürültü yüzünden kavga çıkarır, yan baktı diye cana kıyar. İnsanlar hariç canlıların hemen hepsi; hayatta kalmak, neslini devam ettirmek dışında bir diğerini öldürmeyi tercih etmez.

Çünkü "insan zayıf yaratılmıştır"

Bir bilge "hayvanlar açken, insanlar tok iken tehlikelidir" demişti. İnsanlar insanlıktan çıktıkça, hayvani içgüdülerine teslim olmaya başladılar. Tok iken tehlikeli bu canlı, açken zıvanadan çıkmaktan çekinmez.

Nice mucizeler göstermesine, her gün onlara anlatmasına rağmen; kızıldeniz 'in yarılıp karşıya geçirdiği kavmi, Hz.Musa'nın azıcık yokluğunda kendilerine öküz şeklinde bir put yapıp tapınmaya başlarlar. Azıcık açlık, susuzluk nice olağanüstü tecrübelere, özü sözü bir resule rağmen, insanı ilkelliğe mahkûm eder. Ne yaşananlar, ne Hz.Musa'nın onlara öğrettikleri, ne ahde vefa.. Hz.Musa'nın dönüp gördükleri karşısında düşündükleri her ne ise, bugün yaşadıklarımız, hissettiklerimize benzerlik gösterdiğine eminim.

Bundan 10 yıl önce, mütedeyyin ailelerin islama bağlılıkları daha güçlüydü. Dışarı çıkan kızlarının üst başını kontrol eden anneler, sigara var mı diye oğlunun ceplerine bakan babalar ve "namaz kıl" diye sürekli vakit hatırlatan neneler, dedeler bugün neredeler? Biz islamdan uzaklaştıkça, Hz.Musa'nın kavminin düştüğü ilkelliğe düşmekten geri düşmemeye başladık. Camiileri dolduran kitlelerin; bugün anıt mezarlarda sıraya girdiğine, heykellere selam durduğuna şahitlik etmek, Hz.Musa'nın hissettiklerine benzemiyorsa nedir?


Azıcık yokluk çektik, azıcık alım gücü düştü evet.. Açlıktan ölen yok ama aç da açıkta da kaldık doğrudur. Suriyeliler, faizler, fetö gündemi altında, üstüne giyeceğin elbisenin derdini senden başkası bilmedi el-Hak! Fakat Musa dönüp kavmini kendi yaptıkları puta taparken gördüğünde ne demişti biliyor musunuz?

"Siz gerçekten cahil bir topluluksunuz.." 

Bu sözdeki sitemi, üzüntüyü, hayal kırıklığını hissediyor musunuz bilmiyorum. Ben dün bunu iliklerime kadar hissettim. Ben dün insanın zayıf yaratıldığını yeniden anladım.

8 Ekim 2019 Salı

Beynelmilel Kehanetler

2013 yılından beri öngördüğümüz savaş artık bir olasılık olmaktan çıktı. 6 yıl önce "komplo teorisi" olanlar, herkesin tahmin edebileceği bir geleceğe evrildi nihayet. Şimdi tekrar konuşalım:

200 yıldan fazladır dünyayı yöneten; devletler yıkıp devletçikler oluşturan, savaşlar çıkarıp ittifaklar yaptıran, savaşan taraflara silah satan ve dünyanın barış elçiliğini üstlenen, siyonist ve onların yardakçıları (satanist) bir güruh var. Kapüşonlu pelerinli maskeli, kedi kesip ayin yapan tipler değil bunlar. Takım elbiseli, pahalı zevkleri olan holding sahipleri. Görünen ve görünmeyen yanları var. 

Onlar gördüğünüz kişiler değiller. İllüminati değil, tapınakçılar değil, Amerikalılar değil, İngiliz kraliyeti değil, Rockefeller değil, JFK vakfı değil.. İsimleri dünyanın en zenginleri sıralamasında olmaz, çünkü bahsedilen tüm listenin toplamından daha zengindirler.


"VBIQVE!"
Biz koşan atları izleyen seyircileriz. At yarışında daima kazanan taraf değil, yarışı organize edenler onlar. İşte bu über zengin abiler; her 7 yılda bir, Kabala'dan, Tevrat'ın Ezekiel suhuflarından kehanetler yazmaktalar. Olacak olanların kaleme alındığı bu sözde kehanetler, istatistiksel olarak muazzam doğruluk oranlarına sahip. Bunun sebebi, bu abilerin geleceği görmeleri değil, aslında olacak olanları yönetiyor olmaları.. 

Bu kehanetleri de gizlemiyorlar. İnternet dahil, yazılı ve görsel medyada, hatta büyükelçilik düzeyinde dahi bu kehanetleri paylaşarak, siyonizmi yüceltmek yegane amaçları. Vatikan diye bir ülke kalmadığında, Papalık ifşa olup hristiyanlık çıkmaza girdiğinde dünyanın yarısından fazlasının sığınacağı bir liman olacak bu kehanet sahipleri. Yüzyıllardır söyledikleri her şeyin gerçek olduğu bir ideali kim sahiplenmez?

Saddam'ın düşüşünü, depremleri, Işid'in doğmasını, doğu akdeniz'deki enerji arayışı ve ittifakları, Suriye topraklarındaki yıkımı henüz gerçekleşmeden bilmemin sebepleri.. Onlar yazıyor, ben okuyorum. Sadece sizden daha meraklıyım sanırım. 

Tam da bu yüzden, bunları da yazmayı bir borç biliyorum: Yakın zamanlarda toprağın kızıla döneceği bir gelecek paylaştılar. 

Bunun iki anlamı var. Ya öyle bir kıyım olacak ki toprağın kandan kızıla döndüğü mecazı kullanılıyor ya da nükleer veya kimsyasal bir sorunla karşı karşıyayız.. Her iki durumda da on binlerce sivilin, evet on binlerce! sivilin ölümü bekleniyor. Ölüm şekilleri, teknik olarak bunun kimyasal bir kitle imha silahı olasılığını güçlendiriyor. 

Kahraman Türk ordusu, bu yeni harekatla bir barış koridoru oluşturmayı planlıyor. Bunu yapabilir, hem de çok kolay yapabilir. Muhtemelen minimum zaiyatla harekat tamamlanır ve bir tarafsız, barış bölgesi oluşturulur. Ülkemdeki suriyelilerin yarısı orada istihdam bile ettirilebilir. Ya sonra?

Kaderimizi mi değiştiriyoruz yoksa bize biçilen rolü mü oynuyoruz? 200 yıldan fazla bu kehanetleri yazanlar, bunu da öngörmüşlerdi. Toprağın kızıla döneceği alanları biz temizleyeceğiz. Neo-Con'lar bu yüzden terkediyor oraları. Biz "bizden korktular" diyoruz.



Trump bir kukla.. Pentagon ile Pensilvanya (Feto değil FBI) arasında denge oyunu oynuyor. Asker ile iş adamlarını, siyonistlerle satanistleri, kısacası hanedanların beklentilerini dengeli biçimde organize etme makamıdır ABD başkanlık makamı. Birine ters giderseniz sonunuz JFK 'den, Lady Diana'dan, Cemal Kaşıkçı'dan farksız olmaz.

Kehanetler devam ediyor.. Türkiye 'nin büyük bir devlet olarak islam dünyasına yön vereceginden, Suriye sınırında İsrail ile sınır komşusu olacağına kadar bir çok done var. 

Ay'dan gelecek bir nükleer başlığı, gezegendeki hiç bir hava savunma sistemi durduramaz. Dünyaya en yakın gezegene yıllarca gidilmeyip, Mars'a über zekalı bir robot göndermenin daha ucuz olduğunu savunanlar, ayın karanlık yüzünde bir hazırlık içindeler. Çok değil, yakın bir tarihte dünyada savaş gücünü tüketmek bu kadar basit işte.. Tamam kehanetleri okumayın, bir dizide (Umbrella Academy) bile işlediler bu konuyu.



"İman varsa imkan da vardır"

Yüce Allah vatanımızı ve milletimizi muhafaza buyursun.

19 Temmuz 2019 Cuma

Evvel Zaman Günceleri : Ekim 2019

Yıl 2019 (Ekim)

Yaptığım zaman yolculukları sırasında öğrendiğim tek şey, sebepler ve sonuçlar arasındaki ilişkinin insan faktörüne bağımlı olmadığıydı. Yani insan, sebeplere nasıl müdahale ederse etsin, sonuç değişmiyordu. Değişen tek şey "nasıl" olduğuydu.


MAVİ HAP MI? KIRMIZI HAP MI?


Matrix'in 6.versiyonunda insan zihninin olasılıkları zorlama ihtiyacının adının "umut" olduğunu fark eden makineler, oluşturulan yeni hayal dünyasını bir kurtuluş senaryosuyla güncellerler. Kurtarıcı Neo'nun uyandırılması görevini üstlenen Morpheus, kurtarıcının Thomas Anderson adlı bir krizalit bedende olduğunu fark eder. Anderson'un karşısına iki seçenekle çıkar:

"Mavi hapı alırsan; bu hikaye sona erer, yatağında uyanırsın ve istediğin her neyse ona inanırsın"

"Kırmızı hapı alırsan; harikalar diyarında uyanırsın. Ben de sana tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm"

Seçimi kendisine bırakılan iki kader çizgisinin; ne yaparsa yapsın aslında makinelerin yazdığı aynı yazgı olduğunu bilemez Anderson.. Mavi hapı alıp zaten yaşadığı bir dünyada kalmak yerine, kırmızı hapı seçip programın onu götürdüğü sonuca doğru bir adım atmış olur.

Filmi ilk kez izleyenler; Anderson'un onu adım adım kurtarıcı Neo sürümüne yükseltmesini heyecanla izlerken,

ikinci ve sonrasında izleyenler, kırmızı ve mavi hap tercihlerinin, aslında aynı sonuca ulaşan iki farklı yöntem olduğunu fark ederler. 

Çünkü "sahte, yalancı, kurgusal" olmakla suçlanan Matrix de, makinelerle mücadelede efsanevi bir kale olan Zion da, Matrix'in 6.versiyonunun birer programıdırlar. Ne kadar asiler ordusu gibi görünse de; bu güncel sürümdeki kendilerini özgür zanneden, idealist bireyler bile (Morpheus, Trinity, Neo vs..) aslında makinelerin onları programladığı şekilde hareket etmektedirler. Gerçek zannedilen Zion'u kurtarma mücadelesi, aslında kendini tekrarlayan bir programdan ibarettir. Zion daha önce 5 kez, zaten yok edilmiştir.

Önümüze bazen seçenekler çıkar.. Olaylar örgüsü ve perdeler ne kadar belirgin olursa olsun; kırmızı ve mavi hapların götüreceği sonuç, filmin finalini değil, senaryoda size biçilen rolü hangi yöntemle tercih edeceğinizi şekillendirir. Anderson; kırmızı hapı (zor yolu) seçerek harikalar diyarında mücadeleyi denedi. Mavi hapı seçseydi de sonuç değişmeyecekti.

AYAKKABIDAKİ KİR



Bekir sabah 08:15'te evden çıktı. Ayakkabısının üzerindeki tozu farketti ve kaldırımın kenarına park etmiş aracın arkasında eğilerek bir mendille sildi. Bir yandan kendisini izleyen birisinin olup olmadığını anlamak için etrafı kolaçan ediyordu. Telefonu çaldı ama açmadı. Bekir tık nefes kalkıp adımını caddeye attığında hızla gelen bir minibüs ona çarptı. Kafatası ve göğsünde derin çatlaklar ve kırıklar oluştu. Ambulans 12. dakikada geldi ama Bekir kan kaybından çoktan ölmüştü.



Bekir'i kurtarmak mümkün müydü? Zamanlama en önemli şeydi ve ilk olarak Bekir'in evinin önündeki ayakkabısını temizledim. Bekir 08:15'te kapıdan çıktı. Ayakkabısı temiz olduğundan dikkat kesilmeden caddeye adımını attı. Karşıya selametle geçti. O geçerken daha önce ona çarpmış minibüs de yoluna aynı hızla devam ediyordu. Telefonu çaldı ama bakıp açmadı. Bekir minibüse el kaldırdı çünkü onu işe götürecek olan hattaydı. Şoför son anda görüp ani bir fren yaptı. O sırada karşı caddeden çıkan araç minibüse çarpmamak için direksiyonu kırdı ve yol kenarındaki park etmiş olan araca çarptı. Çarptığı araba domino etkisiyle Bekir'i altına aldı. Bekir, ağır yaralandı. Kafatası çatlamıştı ve bilinci kapalıydı. Ambulans 12.dakikada geldi ama Bekir yoldayken hayatını kaybetti.

Bekir'in kadim bir şansızlığa mahkum olduğuna inanmak istemiyordum. Bu kez ayakkabısını temizledim ve caddenin karşısında bekledim. Bekir bir önceki gibi çıktı, hızla karşıya geçti. Yanıma geldiğinde "affedersiniz.." diyerek ondan bir adres tarif etmesini rica ettim. Kolay bir tarif değildi. Anlatmak için 2 dakikasını harcadı. Bu sırada belalı araçlar çoktan geçip gitmişti. Bekir caddeye geçip minibüs beklemeye koyuldu. Minibüs geldi ve onu aldı. Bekir iş yerine gitmedi çünkü hiç oyalanmamıştı ve hızlı bir minibüsteydi. Minibüste telefonunu açtığında duydukları her ne ise işe gitmekten vazgeçti ve yarı yolda minibüsten inip karşı tarafta eve giden bir minibüse atladı. 10 dakika sonra evin önündeydi. İçeri girdi ve bir daha çıkamadı. Adli tabip, karısını başkasıyla yakalayan Bekir'in ani bir kalp krizi geçirmiş olduğunu söyledi.

Yöntemi basitleştirmek en doğrusuydu. Bekir evden çıkmazsa; kaza olmayacak, karısı aldatmayacak ve kalp krizi geçirmeyecekti. İş yeri patronuyla 1 gün öncesinden görüştüm ve bir şekilde Bekir'i o gün işe gelmemesi için ikna etmesini istedim. Uzun bir uğraş sonucu bunu kabul etti. İşi garanti etmek adına evine kalp muayenesi için bir doktor gönderdim. Bekir onu hayatta tutmak için birilerinin çabaladığını değil, belediyenin evde tıbbi destek verdiğini düşünecekti. Doktor içeri girdiğinde Bekir'in üzerine atlayıp boğuşmaya başladı. İstanbul'daki yüzlerce kalp doktoru arasından, Bekir'in karısının hamileyken hastanede tanıştığı ve kocasını aldattığı kişiyi bulmuş olmam neyle açıklanabilirdi? Doktor ve Bekir arasında yaşanan boğuşmada doktor dövüşü kaybetmişti ama karısı elindeki sert cismi Bekir'in kafasında kırdı ve onu öldürdü.

Bir zaman makineniz varsa olasılıklar sınırsızdır. Bu kez aynı yöntemi tekrar denedim ancak bu defa farklı bir doktor seçtim. Bekir işe gitmedi, doktor muayenesi güzel geçti. Bekir gayet sağlıklıydı. Çalan telefonunu rahat bir şekilde açtı. Duyduğu şey onu sinirlendirdi. Bir süre sonra telefonuna gelen resimler onu çıldırttı ve karısını boğarak öldürmesine sebep oldu. Cinnet saatleri sona erdiğinde Bekir kendi canına da kıymıştı. Saatler sonra kapıyı çalan komşuları polis çağırdığında anladık.

Bekir; düşüyordu, kalkıyordu, hatta öldürüyordu ama bir şekilde kendisi de ölüyordu. Bekir'i kurtarmak imkânsiz gibiydi. Yöntemlerin tümünü tekrar etmeden önce gelen ihbar telefonunu yapan kişinin üst komşuları olduğunu öğrendim. Bekir'in ayakkabısını temizlemek için eğilip destek aldığı park eden aracın da sahipleri imiş. Kadın, arabasını o kadar seviyormuş ki arabaya bakarken, hepten dikizci olmuş çıkmış. Kim nereye gidiyor, kim kimle konuşuyor salon penceresinden sürekli takipte. Bekir'i telefonla bilinmeyen numaradan arayan da, ona resim yollayan da bu dedikoducu kadın. Arabanın içine bir molotof attım ve yepyeni arabayı çıtır çıtır yaktım. Kadın bunun derdine düşecek ve o gün evde karısıyla işe gitmemiş bir koca olan Bekir'i aramayacak ve onun ölümüne yol açmayacaktı. Bütün yapılanları tekrar ettim. Dedikoducu kadın arabasının derdine düştüğü için Bekir'i aramadı. Bekir'in yaşam saatlerini uzatmak tek amacım olduğundan, olanları yakından izliyordum.

Bekir tüm senaryolarda en uzun yaşam süresindeydi. Ne kadar yaşayabileceğini bilmiyordum. Kapının önüne siyah bir araç yanaştı. Bu ikinci senaryodaki minibüse toslayan araçtı. İçinden iki kişi indi ve Bekir'in kapısını çaldı. Yaşaması için canımı dişime taktığım hatta suç işlediğim adam don gömlek kapıyı açtı. Adamlar belli ki arkadaşlarıydı. İşe gitmediğini öğrenmişler ve kendilerince bir gezi planlamışlar.

"Şimdi ya bunlar Bekir'i bir şekilde öldürür ya kaza filan yaparlar" dedim. Kalp rahatsızlığı olan, caddeye adımını her attığında bir aracın altında kalan bu süper cenabet Bekir, kim bilir nasıl ölecekti. Müdahale edip etmemek arasındaydım. O sırada 4.5 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Hafif şiddette bir depremdi ama kapıda arkadaşlarını karşılayan Bekir'in ölümüne yetti. Ahşap kapı pervazı sarsıntıyla çıkmış ve bizimkinin kafasını bulmuştu. Bir "Son Durak" filminin Flash Tv versiyonunu yaşıyordum adeta..

Tüm senaryo ve olasılıkları garantiye aldım. Kapıya gelen siyah arabadaki iki adamın kapıyı çalmamasını da sağladım. Onlara hızlıca bir kimlik gösterdim ve burada park edemeyeceklerini söyledim. Kimliğin ne olduğuna bakmaksızın araçlarına binip hızla ayrıldılar. Bekir hayatta kalacaktı. Kapıda bir bodyguard gibi dikilip depremin geçmesini bekledim. Kapı pervazı yine düştü ama bu kez bizim salağı es geçti. Ölümle uzatmaları oynuyorduk ve sınırsız oyuncu değiştirme hakkımla artık ceza sahasında baskı yapan taraf bendim. Depremin etkisiyle kapı pervazına koşan Bekir'e aynı kimlik numarasıyla içeri girmesini emrettim. Aptal şişko hemen tekrar içeri girdi. Biraz sonra ileride bizim Bekir'in karısının uzatmalı sevgilisi doktoru gördüm. Arabasıyla sokağın başında bekliyordu. Deprem nedeniyle, işe gittiği sandığı kocasının yerine Bekir'in karısını teskin etmeye gelmişti besbelli. Onun gelmesi bir cinayete ya da bizim kalp rahatsızlığı olan Bekir'in fücceten gitmesine sebep olabilirdi. Elimi kaldırıp defolup gitmesi için işaretler yaptım. Oracıkta duruyordu. Kimlik numarasını yapmak için tehditkâr bir şekilde arabaya doğru yürüdüm. Hiç kimse yaşaması için uğraştığım Bekir'in yeniden ölümüne sebep olmayacaktı. Arabaya yaklaştığım anda yavşak doktor arkamdaki birine gel gel yaptı. Dönüp baktığımda Bekir'in karısını elinde valizle yanımdan geçerken gördüm. Hızla arabaya bindi. Doktor "hemen gidiyoruz memur bey" diyip gaza bastı. "Bekir?" deyip eve koştum. Kapı pervazı kırık olduğundan kapı tam olarak kapanmamıştı. İçeri girdiğimde Bekir, koltuğunda uyur vaziyetteydi ama ağzından köpükler çıkıyordu. Ölüm onu aldatan ve zehirleyerek kaçan 12 yıllık bir eşin elinden gelmişti.

Bunlardan hiç birini yapmasam, Bekir hızlı ve temiz, üstelik karısı, siyah arabdaki arkadaşları ve üst komşuları hakkında güven dolu bir ölüm yaşayacaktı. Yani aslında en başında o ayakkabıdaki kir, sadece bunun içindi.

Zamanda bir sıçrama daha yapıp, her şeyi uzaktan izlemeye karar verdim. Bekir, ayakkabısını temizlemek için eğildi ve kalktığında minibüs ona çarptı. Siyah arabadaki arkadaşları olayı görüp durmuş ve son anlarında Bekir'e üzülmüşlerdi. Ambulans yine 12 dakikada geldi ve cesedi alıp götürdü. Deprem yaşandı ve Bekir'in karısı kapıya çıktı. Bu sırada kapı pervazı kadının üstüne düştü ve yüzünde derin yarıklar açtı. Kadın çığlık atarak kendini dışarı attığında, kendisini bekleyen doktor güzelliğinden eser kalmamış bu kadına doğru koştu. Yüzü saçından çenesine kadar yarılmıştı. Gelen komşulara "ben doktorum" diyip ilk müdahaleyi yapmıştı. Ambulans çağırıldı ama en yakın ambulansın 20 dakika uzakta olduğu söylendi. Doktor ne yapacağını bilemedi, eli ayağı titriyordu. Ahali "açılın açılın nefes alsın biraz" diyerek kalabalığı ayırmaya çalışıyordu. Kadın yüzüne bastırılan kanla kıpkırmızı olmuş havlunun altında çığlık atıyor ve ağlıyordu. Doktorun da üstü kan olmuştu. Kadını kaldırıp kendi arabasıyla hastaneye yetiştirmek için komşularına durumu izah etmeye çalıştı ama gizli ilişkileri yü heyecandan dili damağı kurumuştu. Bir komşu bir bardak su getirdi ve genzini açtı. Hastanede ona en iyi şekilde bakabileceğini söyleyerek arabasının arka koltuğuna yatırdı. Kendisi de şoför koltuğuna geçtiğinde durup sakince bir derin nefes aldı. Gözlerini kapayıp titreyen ellerinin heyecanının geçmesini bir kaç saniye bekleyecekti ama kadının çığlıkları hızlı davranmasına yol açtı. Gaza basıp uzaklaşacakken bilincini kaybetti ve ağzından köpükler çıkmaya başladı. Komşulardan biri pervazı kırık olduğundan açık olan kapıdan girip masadaki hazır zehirli suyu vermiş doktora.. Doktor gaza bastıktan sonra kafası direksiyona düştü ve araç doğrudan dedikoducu kadının arabasına tosladı.

Hayatımızdaki küçük detaylar, büyük resmin en önemli parçaları aslında. Ancak o kadar önemsiz ve küçük ki, kaderin çizgisinde bir pay sahibi olduklarını anlamak için sadece uzaktan izleyip görmek gerekiyor. Olması gereken, en güzel ve en doğru şekliyle zaten oluyor. Bekir'in ayakkabısındaki kirin, Bekir'in en büyük şansı olduğunu bize ancak zaman öğretebilirdi.

TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

2019 yılının Ekim ayına gelmemdeki sebep de zamanın gidişatını durdurmak değil, nasıl olacağını görmekti. Ayakkabıdaki kiri temizlemek, Bekir'i kurtarmayacaktı. Türkiye 'yi de kurtaramadık..

Anlatacağım şeyler, şimdilik sizler için olasılığı olan ihtimal komplo teorileri olacak. Senaryonun bir noktasındaki değişiklik, "nasıl"ı etkileyecek ama "sonuç"u yine etkilemeyecek.




Ekim ayının ortalarında ABD-İran gerginliği hat safhaya çıkmış ve İran, Suudi Arabistan topraklarında, insansız hava araçlarının inip kalktığı, Yemen'de Enver el Ewlaki'nin de öldürülmesinde rol oynayan gizli bir CIA üssünü bombaladı. Obama zamanında kurulan bu gizli hava üssü, neo-con'lar için arap yarım adasındaki operasyonlar için çok önemliydi. ABD diplomasinin sona erdiğini, çok sert karşılık verileceğini bildirdi. İncirlik üssüne inen bir B52 uçağı, bir süre kaldıktan ve ikmal yaptıktan sonra İran topraklarına gitmek üzere kalkış izni istedi. Bu bir savaş hamlesiydi ve Türk tarafı kati olarak izni vermeyeceğini bildirdi. Hatta hızlı bir telefon trafiği ile uçağın kalkmaması için pist işgal edildi. ABD askerlerinin çoğu cadılar bayramı için üsten ayrılmıştı. Telefon diplomasisi zorlu geçti ve ABD uçağı kaldırdı. Türk tarafı bütün engellemelerine rağmen buna engel olamadı. Derhal İran'la iletişime geçilip bunun uluslararasu anlaşmalara uymayan, kanunsuz bir uçak olduğu bilgisi paylaşıldı. Türk jetleri de peşinden kalkmış ve tedbir amacıyla dev uçağa eşlik etmişti. Uçak bir süre sonra dümen kırdı ve İncirlik üssüne geri dönüş rotası çizdi. Ancak yine son anda rota değiştirip Hatay üzerindeyken düşüşe geçti. Her şey o kadar hızlı oldu ki, Türk jetleri uçağın muhtemel düşeceği alanda güvenlik önlemleri alınmasını istediği ses kayıtları çok acıdır.. Uçak Hatay merkezine 20 km olan bir bölgeye, hiç irtibat kurulamamasına rağmen içerisinde olduğu düşünülen mürettebatıyla birlikte düştü. Düştüğü yer; yerleşim merkezi değildi ama B52'nin taşıdığı nükleer yük, bir milletin topyekûn kaderini belirledi..

Uçağın yere çarpmasıyla taşıdığı atom bombası, patladığında bembeyaz bir ışık dalgası yayıldı. Saniyede 500 km/hızla şok ve ısı dalgası kilometrelerce alana yayılırken, ışımaya maruz kalanlar (canlı/cansız) yanmış bir kibrit çöpü kararıp yok oldular. Sadece dakikalar içerisinde bölgede on binlerce insan, öldükten sonra bile gama ışınları saçan birer bomba haline dönüştüler. Bölge kelimenin tam anlamıyla haritadan silinmişti. ABD Hava kuvvetleri derhal bir bildiri yayınlayıp bunun bir kaza olduğunu, İran'a gitmesi beklenen bomba uçağının henüz sebebini bilmedikleri şekilde Türkiye topraklarına düştüğünü açıkladılar ve eklediler: "Türkiye'nin yanındayız.."

Yaptıklarını örtebilecekmiş gibi ABD hükümeti, tazminat olarak Türkiye'nin tüm borçlarının silineceğini ve kazada ölen ve yaralanan herkese astronomik tazminatlar ödeyeceğini taahhüt etti. Türkiye hükümeti yaralarını sarmakla uğraşıyordu. ABD Başkan Yardımcısı, Türkiye'ye milyar dolarlık nakitini taşıyan bir uçakla geldi. Bölgedeki kayıp korkunçtu ve radyasyon, daha da korkunç olmasını sağlıyordu. Yaralılara müdahale edebilmek için radyasyon koruyucu giysi giyen ekipler, giysiler kadar çoktular ve yardım yetişemiyordu. ABD bunu da düşünmüştü. Omuzlarında ABD bayrağı olan süper korumalı giysiler, Kızılay ve Akut ekiplerine dağıtıldı. Bazıları omuzlarındaki bayrağı sökmek istediler ama giysinin korumasını azaltabilirdi. Öte yandan ABD first lady'si, bölgeden kaçan halka barınma ve gıda yardımı yapan kuruluşları desteklemek için bölgenin yakınlarına adeta üs kurmuştu. Türkiye ABD ile olan ilişkileri düşünmek ve tartışmak için enkazın kaldırılması sürecini bekleme kararı aldı. Bilanço inanılmazdı.. Her gün gelen görüntüler, adeta bir hollywood sahnesini andırıyordu.

İran "geçmiş olsun" dileyerek, ABD'liler bölgeden ayrılırsa yardım edebileceğini iletti. Rusya olayları uzaktan izliyordu. Suriye'deki güçlerimiz, bu tarihi yaraya yardım için geri çekilirken, onların yerlerini İsrail güçleri doldurdu. Bölgeyi kontrol altına aldığımızda, İsrail hükümeti "tampon bölge" ilan ettiği, kendi kontrolünde bir alanı işgal etmişti. Rusya da, Suriye hükümeti de bu konuda sessizdi. "Yapılması gerekeni birileri yapıyorsa sorun yok" demişti Putin. Türkiye İsrail'e sınır komşusuydu..

Türkiye ani bir kararla, topraklarındaki ABD üslerini kullanıma kapattığını açıkladı. Üslerdeki amerikan askerlerinin bir an önce toprakları terk etmesi istendi. ABD hükümeti bunu anlayışla karşıladı ve askerlerinin tamamını geri çekti. Nato üslerinde abd'nin sadece bayrakları kalmıştı.

Büyük kaosların, farklı ideolojideki halkları birleştirdiği kabul edilir. Bu kez öyle olmadı. Olayın bilinçli yapıldığına ve bunun bir kaza olduğuna inanan iki kesim doğdu. Partiler bu iki çizgi arasında tartışmalar yaptılar. Nato üyeliği tartışılır hale geldi. ABD'nin patlamadan sonraki uyumlu ve suçunu kabul eden tavrının olumlu olduğunu savunan taraf Nato üyeliğinde ısrarlıydı. Öte yandan bunun bilinçli yapılan bir saldırı olduğunu savunan hükumet ağırlıklı fraksiyon, Nato'dan çıkma kararı aldılar.

İşte her şey bundan sonra başladı. Ekim ayında meydana gelen gelişmeler, Bekir'in ölümü gibi acıdır ama en doğru şekliyle zamana bırakılmıştır. Zira bir başka zaman sıçramasında nükleer bomba yerine, Akdeniz üzerinde bir uçak gemisinden havalanan kargo uçağından yüzlerce bomba yüklü drone inmiş ve aynı bölgede yine büyük yaralar açmıştır. Bir başka sıçramada aynı bölgedeki su kaynaklarından yayılan saldırgan bir virüs hayatı felç etmeye yetmiş ve yine İsrail'i kapı komşumuz haline getirmiştir.

Bekir'in hikayesi ile Türkiye'nin muhtemel geleceği benzeşir. Sebepler hep vardır.. Nasıllar değişir.. Ama sonuç hep aynı kalır.

Çünkü

"ya sebep sonuca varır ya sonuç sebebini arar"

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Süleyman ve Biz'e Dair


"Suriyeli" bir çocuk Süleyman. Babasını Esed katillerine şehit verdikten sonra, rejim güçlerinin göç baskısıyla annesi ve iki kız kardeşiyle Halep'e gelmişler. Çünkü bu noktada bir çok uluslararası yardım örgütü var imiş. Annesi Minel, "en azından çocukların karnı tok olsun" diyerek baba yurdunu terk etmiş. Nitekim haftalar sonra, evlerinin varil bombalarıyla dümdüz edildiğini de öğrenmişler zaten. Halep'teki bu sığınma noktası, yardım örgütlerinin kapasitelerinin önüne geçince, barınma yardımları sıraya alınmış. Sıra gelinceye dek aileler, sokaklarda başlarının çaresine bakacak ve gıda konvoylarının yardım saatlerinde hazır bulunacaklarmış. 15-16 yaşındaki kız kardeşleri güvende olsun diye, Süleyman bu konvoylardaki istikakını almak için görevlendirilmiş. Her gün gider yardım paketini alırmış ama, kalabalık arasında kendinden büyük olanlara da çoğunu kaptırırmış. Elinde kalanla ailesine dönen Süleyman, evinin de kahramanı olurmuş. Çadırda kalanlar kadar, açıkta kalmamak için harabe binaları mesken tutanlardanmış Süleyman'ın ailesi. Abdullah adında yaşlı bir adam, Minel'i buraya yerleştirmiş ama kısa zamanda sebebi bilinmeyen bir hastalıktan da hayatını kaybetmiş. Ölüsü ile 1 gün beraber kalmış Süleyman ve ailesi. Ertesi gün mahallenin görevlilerine bir örtüye sarılarak verilince, 3 duvarlı, tavansız harabe de Süleyman ve ailesine kalmış. Git gide daha düzenli bir hayat için, aile üyeleri birbiriyle yarışırmış. Bu harabeyi "ev"e benzetecek her detay, o günün en mutlu haberi oluyormuş.

Öyle bir zaman gelmiş ki, harabeler arasında hiç tanımadıkları askerler ve araçları gezer olmuş. Gıda konvoyları daha seyrek gelir olmuş. Gelenler de eskisi kadar çeşit getiremez olmuş. Harabeler arasında gezen askerler, mahallenin bazı kişilerine "bu bölge senin, şu bölge senin sorumluluğun altında" gibi soyut görevler ve sorumluluklar verince, bu kişiler kendi insanlarına karşı askerler gibi duygusuz olmaya başlamışlar. Bazen bir ailenin bulabildiği fazla gıda, bu gettoların mafyatik adamlarıyla paylaşılmak zorunda kalınmış. Et artık unutulan bir gıda olmaya başladığı anda Süleyman, üzerinde et resmi olan, "analı kızlı" diye bir hazır çorba bulmuş konvoylardan. Koşa koşa getirmiş ama annesi Minel, hem dünden kalanların bitmesi gerektiği hem de gettodaki mafyatik kişilerin uyuduğu saati beklemeleri gerektiğini düşündüğü için çorbayı hemen yapmamış. Gecenin ilerleyen saatlerini beklemeye koyulmuşlar. Geceyarısı annesi çorbayı pişirmek için ateşi yakmış. Kızkardeşleri uyku ile uyanıklık arası ara sıra bişeyler söylüyorlarmış annelerine. Anneleri de gülerek cevap veriyormuş. Süleyman, evin direği pozisyonunu o kadar sahiplenmiş ki, çorbanın ateşi yandığından itibaren duvarın üstüne çıkıp gözetleme yapmaya başlamış. Hava soğuk olduğundan, battaniyeyi de üstüne örtünce görünmez oluyor, kendini asker zannediyormuş. Ateş harlandığında karanlıkta iyice parlayacağından, komşuların merakını cezbetmemek gerekiyormuş. Bu yüzden kısık ateş üstünde yavaş yavaş pişmeye başlıyormuş çorba. Süleyman heyecandan hiç uyumamış. Ara sıra duvarın üstünden annesine "pişti mi?" diye soruyormuş. Annesi "az kaldı" diyince daha da heyecanlanıyormuş.

O saniyeden sonra Süleyman'ın hatıraları kesik kesik ilerleyen bir film gibi. Bir parlama meydana gelmiş ve çorba tenekesinin yemen yanında parlayan şeyden sonra korkunç bir ses duyulmuş. Gece meydana gelen bu hava saldırısından sonra, Süleyman gözünü açtığında gün ağarmış ve etraf ağlayan, inleyen insan sesleri doluymuş. Süleyman, nasıl olduysa üzerinde yattığı duvarın parçaları altında kalmış. Hareket edemiyormuş ama en kötüsü kafasının istikametini değiştirememekmiş. Çünkü baktığı yönde annesinin paramparça olmuş bedeni duruyormuş. Az ileride her ikisinin de belinden aşağısı kopan iki kız kardeşinin bedeni daha da korkunçmuş. Çünkü annesi tanınamaz haldeyken, kızkardeşleri belden aşağısı olmayan, birbirine sarılan iki beden parçasıymış. Neden sonra birileri onu duvarın altından çıkarmış, Süleyman'ın kaburgaları ve parmakları kırıkmış ama Süleyman hiç bir bedensel acı hissetmiyormuş. Şehadet getirip gözlerini kapamış. Ara ara otobüse bindirildiğini hatırlıyor Süleyman. Nihayet Türk bayrağı ve askerini anımsıyor hayal meyal. Bilincini tam olarak kazandığı an, olayın üzerinden 22 gün geçmiş. Süleyman bedensel olduğu kadar, ruhsal da bir travma atlatmış anlaşılan.

Nizip'te bir mülteci kampına yerleştirmişler Süleyman'ı. Bir süre orada kalmış. Eğitim görmüş, Türkçe öğrenmiş. 9 yaşından beri evdeki tek erkek rolünü üstlenen Süleyman, ilk defa çocuk olmak istemiş. Ara sıra kamp dışına kaçıp, büyük arazilerde top oynayan arkadaşlarına katılmak istemiş. Gözlerinin önünden gitmeyen et parçaları ve kanı ilk defa o geniş top sahasında oynarken unutmuş. Öyle hızlı koşuyor, öyle hızlı kalbi çarpıyormuş ki yaşadığı tüm o kötü şeyleri neredeyse unutmuş. 

Taa ki, şuursuz bir kadından duyduklarını ciddiye alana kadar. Top sahasının yanındaki evlerden birinin balkonundan diğer balkona bağırıyormuş kadın. "Aaa bunlar da iyice burayı sahiplendi! Pis suriyeliler defolup gidemediler bi türlü!" Arkadaşları dikkate mi almadı, yoksa Süleyman kadar türkçe mi bilmiyordu orasını Süleyman da kestiremiyor ama top sahasının önünde çelik bir duvar olmuş o sözler. Süleyman sahanın ortasında durup terine bakmış, duvarın altında kaldığı zaman akan kanını görmüş. Gol atan çocukların birbirine sarılması, kız kardeşlerini gözünün önüne getirmiş. Dönüp konuşan kadınlara bakmış, annesi ile aynı örtüleri takıyorlarmış. Yarım saatliğine çocuk olan Süleyman, yine büyümüş. Dönmüş tekrar kampına. 3 yıl daha burada kaldıktan sonra. Eli ekmek tutabilecek kamptan bir 5-6 ağabeyiyle düşmüşler yollara. Gittikleri yerlerde iş bulanlar, orayı yurt edinmiş ve orada kalmışlar. Geri kalanlar yürümeye devam etmişler. Kampta da işittikleri sosyal problemlerle ilgili tek bir kural varmış kendi aralarında: "dilencilik yok" Güçlü kuvvetli delikanlılar, hamallık yapar yine ekmeğini çıkarırlarmış. Nihayet bir delikanlı ve bizim Süleyman bir elektrikçinin yanına yerleşmişler çırak olarak. Delikanlı yaşlı elektrikçinin ağır işlerini yaparken, Süleyman çıraklığını yapıyormuş. Yaşlı elektrikçi vefat etmiş ve varisleri dükkanı, bizim delikanlıya cüzi bir miktara satınca Süleyman çıraklıktan kalfalığa yükselmiş doğal olarak.

Soğuk bir kış günü, karların arasında tanıdım Süleyman'ı. "Ne olmak istiyorsun büyüyünce?" diye soruyorum, "Bir an önce yurduma dönüp şehit olmak ve aileme kavuşmak istiyorum" diyor. Dünya üzerindeki bir potansiyel doktor, öğretmen, sanatkâr veya elektrik elektronik mühendisi daha geleceğinde ölümü tercih etmesinin müsebbibleriyiz. Çünkü Ensar kardeşliğini bir kenara bırak, kadim Türk misafirperverliğini dahi çok gördük biz bu millete. "Yaradılanı severim yaratandan ötürü" sadece sanal dünyada sarf ettiğimiz, pek de inandırıcı olamayan sözler artık.

Süleyman ve Biz'e dair konuşulacak çok şey olunca, bunu kendi tarzımla anlatmak en iyisi aslında:


Süleyman'a...

Çorba pişiriyordu kısık ateş üstünde
Bombalar uçururken zalim kalleş üstünde
Harabe bir binanın eviydi sundurması
Bulguru ekmek idi, soğan cennet hurması
İki kızı bi oğlu dayamışlar sırtını
Bir taş duvar yastık, karton sarmış altını
Kızları sarılmışlar ısınmak için güya
Hava öyle soğuk ki sarılmak bile rüya
Oğlan en küçük ama eller cepte ve mağrur
Erzağı getirmiş ya, delikanlıda gurur
Yaşın dokuz Süleyman! savaş büyük yaşından
Eve sahip çıkmayı atsa küçük başından
Yardım kamyonlarını kovalamakta ömür
Süleymanın gözleri, elleri bile kömür
Bir keresinde asker doğrultmuş da silahı
Geri durmak bilmemiş, "durma" demiş Allah'ı
Şahadet getirip de yürümüş üzerine
Tehdidini duymamış, bakmamış mavzerine
Asker tedirgin olmuş, korkmuş bu Süleyman'dan
Süleyman anlatıyor, dinliyorlar yalandan
Bu çorba ısınmadan içleri ısınıyor
Biraz da Süleyman sabırları sınıyor
"Yapma be Süleymanım! Asker geri durur mu?
Kıyamamıştır sana, korkan asker olur mu?
Süleyman kızar ama ablalarına kıymaz
Zira onlar yerine kimsecikleri koymaz
Ablaları da bilir Süleyman yüreğini
O asker görse korkar yüreğin çeyreğini
İki kızcağız cılız kollarını sarmışlar
Un ufak umutları, kardeşliğe karmışlar
Gülsüm ile Alime henüz on beşindeler
Tavansız dört duvarı ev yapma peşindeler
Sabah Alime bulmuş iki örtü getirmiş
Veriyor Gülsüm'üne, neymiş? onlar gelinmiş
Gülsüm'e yeter zaten kırık ayna parçası
Örtünüp dönüyor şöyle, sanki bir ay parçası
Plastik kasalardan mutfak yapmışlar bi de
Vidaları kuşbaşı, levha oluyor pide
Hayal dünyalarında kimseden etmez talep
Zira hayallerine dünyada yetmez Halep
Kızlar büyümüş ama ne de olsa çocuklar
İmanları tamsa da yetkinlikte buçuklar
Anaları olmasa kim pişirir çorbayı?
Laf dinler mi Süleyman? kim giydirir urbayı?
Bir şehir yıkılır da kalır ya hep camisi?
Öyle bir ana Minel, çocukların hamisi
Yetmiş iki milletin askerleri içinde
Amerikalısı gelmiş, Fransızı da Çin de
Musallat olmadan bir günleri geçmezdi
Her gün bomba yağdırır; kadın, çocuk seçmezdi
Kızları büyüyünce hepten bozuldu niyet
Yoksa yılar mı Minel, caydırmazdı eziyet
Köpekler gibi yer onların enikleri
Çoğu geceler aç yatarken minikleri
Göçülür müydü yurttan; naçar, ata, babasız
Kalınır mıydı burda, aç açıkta sobasız?
İki taşın üstünde kaynayan çorba bile
Eski bir tenekeden, geliyor hurda dile
"Ey kadın ne işin var, burda safi sübyanla
Evine dönsen ya sen, kaldın börtü çıyanla?
Yaptığın çorba yavan bi soğanı olsa ya?
Dört duvarlı yerdesin, bi tavanı olsa ya?
Ateş beni yakıyor, üşüyorum yine de
Sen ateşten bu yükü taşıyorsun sinede"
Minel ne desin ona, hikayesinde hüzün
Baharın son demleri, on yedisinde güzün
Şehadet şerbetini içmemişti kocası
"Gülüm" diyordu ona, o da gülün goncası
Sabah çıktıktan beri gelmemişti haberi
Yatsı ezanı gelir, bozmamıştı ezberi
Sabaha kapısında toplanınca komşular
Kadınlar ağlamaklı, simsiyahtı poşular
Çocuklar görmesin diye Minel çıktı dışarı
Kötü haberdi gelen, gerekmedi işarı
Ak çarşafa sarılı, kan kırmızı bir beden
Evin direği idi, kalkmalıydı yeniden
Yere konuldu şehit, kan boyandı eşiği
Göğsündeki mermiler, sırtı bıçak deşiği
Düşmüş de bıçaklanmış yetmemiş ki mesule
Sakalının üstünde gülümsüyor Resul'e
Hayale dalıp giden Minel'i uyandıran
Duruşuyla atayı, babasını andıran
Süleyman diyor "Ana! Bu çorba bitmedi mi?
Sabahtan beri açız, bu zillet yetmedi mi?"
"Gelin çocuklar gelin, afiyet olsun size
Bu soğukta bi çorba, kebap olur evsize"
Çocuklar kor ateşin etrafına toplandı
Minel'in göğüsüne tuhaf bir ok saplandı
"Hayırdır inşallah" dedi çorbayı kaşıkladı
Işık patlamaları, kulakları çınladı
Döküldü sıcak çorba paylaşılan kepçede
Dağıttılar hayali Halep'te bir bahçede
Gözlerini kapayan iki gelinlik kızın
Hayalleriyle canı, ölüm aldı ansızın
Süleyman da susardı dağlar düşse üstüne
Ama ana kokusu, olmaz çorba üstüne
Asla çıkarmadığı ak türbanı açılmış
Parçalanmış merhamet sağa sola saçılmış
İkiye katlanmış acı, ayrı düşmüş belleri
Gülsüm'ün ellerinde Alime'nin elleri
Süleyman'a dağ yıkın, yıkın yükü sırtına
Devirebildi ancak ki bugünkü fırtına
Çıkardılar oğlanı taşların arasından
İntikam hırsı çıktı, ağırdı yarasından
"Allahu ekber!" diyor bütün ehl-i imanı
Türk yurduna verdiler, yaralı Süleyman'ı
Kardeşlerin üstünde yine eski örtü var
Gözlerinden gitmeyen tavansız bir dört duvar
Yılları geçse dahi değişmedi bi günde
Ellerini cebinden çıkarmıyor bugün de
Ama hep kafasında o soruyla sarsıldı
"İçebilseydim tadı, o çorbanın nasıldı?"

Bize...

Süleyman'ı dinledim, soğuk bir kış vaktinde:
"Vaadi var Allah'ın, duracaktır akdinde
Elbet bir gün şehitlik bize de nasip olur
Ata yurdumdur Halep, böyle münasip olur
Ama yaşım tutmuyor, bir asker ocağına
Yoksa gitmek isterim, anamın kucağına
Yaralıları sarar, sarmalar iyi niyet
Evsize kucak açmak, ödenmesi zor diyet
Lisanı bilinmeyen topraklar yabancıdır
Ne de olsa biz yolcu, sizler daim hancıdır"

Ağladı da Süleyman, gözyaşı düşmez kara
Acısı dinse dahi, şuncadır pişmez yara
Yabancıdır Süleyman "kim kime kardeş ola?"
Ne hakkı var ki onun, kardeşe tebelleş ola?
Deftere yazsa bir gün yaprak koparmasın mı?
Gönül borcu artar da, defter kabarmasın mı?
Sıcak yemeği, aşı, pişiyor yamacında
"Ensar" olmuş rızayı kazanmak amacında
Çıplak ayaklara bot, eldiven parmaklara
Zira şimdiden talip, cennette ırmaklara
Kırmızı bir hilalin himayesinde çadır
Kucak açmış mazluma, uzun boylu bahadır

On iki olmuş yaşı o yetim Süleyman'ın
Türkün kardeşi olmuş; arabın, müslümanın
Kardeş biliyor çocuk, kaybettiği yerine
Top oynuyor sokakta, bakmadan hem terine
Sokaklarda işitmiş: "hemen defolsun gitsin!"
"Suriyeliler doldu, gönderin olsun bitsin!"
Kaçarken uğursuzdan, çakalından kurdundan
Nizip'te batan güneş, farklı değil yurdundan
İşgalden kaçan çocuk, kadınlar ve yaşlılar
Gözlerine baksana, mahçup, eğik başlılar
Karanlık bir bez çadır, iki yatak döşeli
Kapısının önünde çamur, batak, eşeli
Bize kadim hainlik edenlerin tesiri
Bizi bizden ayıran nedenlerin esiri
Komşun açlık çekerken, tokluğa razı mıyız?
Kessinler bizi hadi, biz de kırmızı mıyız?
Yokluğu görmeyenler, varlıkta tatmin olmaz
Yoklukta var bulmayan, kalbi mutmain olmaz
Hani onlar bir zaman vilayetindi senin?
Hani Resul'u kabul, riayetindi senin?
Kabir ziyaretini sanırsın mücahitlik
Bak onların yurduna: topyekün bir şehitlik!
"Hemen yerleşmesinler, bilebilmeli yâdı"
Ülkemde istenmiyor, Suriyeli'ymiş adı
Bak yurdumun gavurla vicdan türdeşliğine!
Ne zaman halel geldi iman kardeşliğine?

7 Mayıs 2019 Salı

Sanat Menat İçindir

Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de Necm suresinde şu ayetler, cahiliye dönemi putlarının bazılarını isimleriyle zikreder:

“Lât ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsü Menat’ı gördünüz mü?"

Taş ve tahtadan yapılmış bu putlar artık yeryüzünden silinmiş durumdalar. Ancak evrensel, zamanın tümüne hitap eden Kur'an neden özellikle bu üç putun adını zikreder ve kıyamete kadar isimlerini muhafaza eder? Çünkü bu putlar, tahta ve taşlardan çok daha fazlasını ifade eder. Bunlar "yaşayan putlar"dır.

"Lat" kelimesi ilah kelimesinden köken alır ve mutlak "otorite" anlamındadır.

(El/Elot/Elat/Lat/Elohim/Allot/İlah)

"Uzza" kelimesi aziz kelimesinin başkalaşmış halidir. "Güç" anlamına gelir.

(Aziz/Mu’ız/Muaz/Izzet/Muazzez)

Üçüncüleri olan “Menat” ise yine çok tanıdık. Çarlık Rusyasının para birimiydi. Bugün Azerbaycan veya Özbekistan'da hâlen para birimdir.

(Menna/Mamon/Many/Menat/Manat veya Money)

Menat, "para" demektir.

Lât: Otorite…
Uzza: Güç…
Menat: Para…


***

Fransızca “l’art pour l’art” olarak ifade edilen "sanat sanat içindir" felsefesi, sanatçının yarattığı eserin sanatsal değer taşımasından başka kaygı taşımamasını ifade eder. Sanatçı için bir resmin, doğru teknik ve tonlarda yapılması önemli olan tek şeydir. Resmin; toplumda onu görenler arasında ne gibi duygulara sevk ettiği, sanatçıyı ilgilendirmez.

Ortada bir tez varsa; evrendeki zıtlık kanunu, karma, newton prensibi, adına ne derseniz deyin, karşısında mutlaka bir anti tez de olacaktır. "sanat sanat içindir" in karşısında, genellikle "sanat toplum içindir" münazaracıları olur. Bu süregelen kadim felsefik karşılaştırma, sanatı değil, ancak alt dallarını yönetir. Bu tartışma, kendi içinde ne kadar kaotik olursa olsun, aslında tepesindeki "sanat"ı dokunulmaz ve tartışılmaz kılar. Estetik, sanat kaygısı, güzel olanı verme gayretinin bir tezahürüdür ve bu yüzden vazgeçilmezdir.

***

1000 sene önce "geleneksel Türk tiyatrosu" dendiğinde akla; kukla, orta oyunu, karagöz-hacivat veya meddahlık gelirdi. Kültürel kalıplar arasında, güldürü esasına dayanan bu sanat, zaman içerisinde yok oldu. Özellikle tanzimat döneminde başlayıp, cumhuriyet dönemiyle zirve yapan "batı etkisiyle" gelişen Türk tiyatrosu, zamanla özündeki dini, kültürel kalıpları yıkmaya başlar. İtalyan, fransız, avusturya ve alman temsiller, opera ve baleler, dna kodlarımıza kadar işlemiş dini ve kültürel kalıpları adeta tarumar eder. Devlet eliyle kurulan tiyatroların yanında, özel sermayelerle kurulan Güllü Agop gibi tiyatroların kökeni de bu topraklara ait değildir. Öyle ki ilk yerel tiyatronun kurucusu Güllü Agop'un ilk yıllarda temsilleri tamamen ermenice gibi yabancı dillerledir. Karagöz-Hacivat oyununa alışkın tiyatro izleyicisi, sahnede yarı çıplak kadınlar, alenen öpüşenler gördüğünde sahneye portakal fırlatmış, üst localardan ellerindeki suyu boşaltarak kendince kültürel bir protesto yapmışlar hatta. Seyircinin gürültüsünü bastırmak için müzikli operayı bu topraklara taşıyansa bir başka ermeni Dikran Çuhacıyan olmuş.

Türk tiyatro izleyicisinin bu durumu kabullenemesi, zamanla yeni bir akım doğurmuş ve meddahlık ile batılı tiyatronun bir nevi karışımı olan "tuluat tiyatrosu" oluşmuş. Dedik ya bir tez varsa, anti tez de olacaktır. Bu iki karşıt arasındaki kaosu her daim "sentez" sonlandırır. Nitekim Kavuklu Hamdi ile başlayıp, İsmail Dümbüllü'ye, Münir Özkul'a, Ferhan Şensoy'a kadar uzanan bir silsile yaratılmış olur böylece.

Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden bu yana, Türk tiyatrosu özünden yavaş yavaş kopmaya başlamış, yerine batının ahlâksız romantik trajedileri almıştır. Dolayısıyla tiyatro sahasını yönetenler, idare edenler de hep bu cenahtan olmuş. Müslüman bir Türk kızı, rol icabı bile olsa sahnede öpüşemez, yalandan dahi olsa "vallahi billahi" diye yemin edemez. Böylece muhafazakârlığın, geleneksel Türk tiyatrosundan uzaklaştığı, yerine sekülerizmi bıraktığı bir alan oluşur.

Tuluat tiyatrosundan bu yana da, oyuncu veya sanatçı yetiştirmenin söylenmeyen bir kaidesi haline gelir gayrimüslim veya seküler olmak. Orta oyunu, Karagöz-Hacivat veya Meddahlık gibi muhafazakârlığın terkettiği tiyatro sahnesi yüzyılı aşkın süredir seküler bir zihniyetin elindedir bu yüzden. Duayen tiyatrocuların icazet verdiği, en tepelere çıkaracağı kişiler de bu seküler filtreden geçmek zorunda kalır.

***

Trabzonlu birini görürseniz, onun laz olduğunu düşünürsünüz. "Amed'liyim" diyen birinin kürt olduğunu anlaması ne kadar kolaysa, sorulduğunda "Selanik göçmeniymişiz" diyen sanatçının kökünün, 2.Beyazıd'ın İspanya'dan kurtardığı yahudi soyundan olduğunu tahmin etmemiz o kadar kolaydır. Bugün piyasada en üst seviyedeki sanatçıların %100'ü, bakın %90'ı bile değil, tamamı işte bu topraklara ait olmayan kökten gelir. Bugün kendisine "duayen" denilen ve sanat okulları açan darbukacılar nasıl Güllü Agop'un mirasını yaşatıyorlarsa, stand-up'ları kapalı gişe oynayan komedyeni de kendisine "selanik göçmeniyim" der.

Bu lobi kendi içinde o kadar katıdır ki, mütedeyyin bir yeteneğin yeşermesine izin vermezler, verseler dahi arkalarındaki lobilerin maddi gücüyle yükselmeden yok ederler. Örneğin yakışıklı, yetenekli bir oyuncu hacı olmaya karar verir ve kutsal topraklara gider. "Genç kızların rüyası" olarak lanse edilen oyuncu, bu lobi tarafından dine yaklaşımından dolayı aforoz edilecektir. O andan itibaren eğer piyasada var olmak istiyorsa "Kahpe Bizans" olmalıdır.

***

Bugün yabancı sermaye; taşeron (duayen) kullarak elde ettiği bu sanatçı güruhunu dilediği gibi kullanmaktadır. Sahip olduğu para (menat) gücünü kullanarak, zaten kökleri bu topraklara ait olmayan sanatçıları toplumsal algı mühendisliği için piyon olarak kullanır. Ağaç için ayaklanıp kolkola giren sanatçılar, aslında sanat veya toplum için değil "lat, uzza ve menat" için, yani otorite, güç ve para için oradadır. Belediye seçimleri iptal edilir ve yenileme kararı alınır. Sermayenin istekleri, Güllü Agop'unkiler ile aynıdır. İzleyici, Dikran Çuhacıyan'ın yaptığı gibi yönlendirilmelidir. Bir reklam şirketinin fısıltısıyla twitter'da bir tabela açılır: #herşeyçokgüzelolacak

Tabelaya bir yığın sanatçı (?) hücum eder.

Sahi bunlar nerenin göçmeni?









3 Nisan 2019 Çarşamba

Sandık Aldatmacası

"Bir avuç Hesabinin hasbileri tasfiye ettiği hiçbir siyasi hareket asla yükselemez! Ak Partisi içindeki hesabileri yani AKP’lileri acilen tasfiye etmelidir! Ve hasbilere kapılarını açmalıdır!"

2019 yerel seçim sonucunu böyle değerlendirdi Şevki Yılmaz. Yıllardır ak partiye gönül veren milyonların dili olmuştu Yılmaz. Çünkü insanların dilinin ucuna kadar gelip "konuşalım da karşımızdaki imansızlar mı kazansın?" susuşu vardı seçmende. Başkan Erdoğan'ın etrafını saran ve halkla ilişkilerini sınırlayan görünmez duvar, alt kadrolara indikçe daha da belirginleşiyor ve ister istemez çaresizlik yerini ümitsizliğe bırakıyor. Hani o hep söylenen "Erdoğan yalnız" algısını yaratanlar da işte bu kibir yüklü duvarları örenler. Oysa ki Erdoğan yalnız değil. "Dik dur eğilme, bu millet seninle" mottosundaki ince birliktelik vurgusu ne vahimdir.. Her seçim sonrası dillere pelesenk olan "seçmen ak partiyi seviyor ama uyarısını da yapıyor"daki uyarıyı partinin ve Erdoğan'ın henüz kavrayabilmiş olduğundan da, bu seçim sonuçları itibariyle de şüpheliyim.

Hani hep bahane edilen ak partinin 2002 senesi fabrika ayarları da tam olarak bu sorunu ortaya koyuyor. "Kısık seslerin sesi" zamanla "en güçlülerin sesi" olmaya başlıyor. Hani bir laf var: "Çiçek gibi adamları üzdünüz, bahçeleriniz bahar görmesin" derler. Yine bahar görsün elbet bahçe hepimizin ama bu çiçek gibi adamların üzüldüğü gerçeğinin üzerini kapatmıyor. Şevki Yılmaz'ın da dediği gibi "hesabi"lerin doluştuğu teşkilatlar; kendileri gibileri etrafına toplamaya başlayınca, ortada kutsal bir davanın, makam sevdalısı idarecileri kaldı. Bırakalım milletvekiliği; il, ilçe başkanlığını, mahalle sorumluları bile böyle varlıklı ve tamahkârlardan oluşunca "kısık sesler" idealinden bir o kadar uzaklaşıldı.

Pontus kralı Mithridatis; Sakız adasını ele geçirdiğinde, oranın idaresini halkın kölelerine bırakarak çekilmişti. Soranlara; "Mağlup yerin ayak takımını, alt sınıfını başa geçirerek çekilmek iyi bir siyaset" demişti. Mithridatis'in stratejisi her ne kadar kendi faydası için geliştirilmiş olsa da, temelde her devrin uygulayabileceği sarsılmaz bir siyaset anlayışını ortaya koyuyordu. Türkler buna "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" dedi. Buradaki "insan" hali-vakti yerinde insanlar değildi elbet. Mithridatis'in "alt sınıfı" baş üstünde tutulacağı yerde, bunun tam tersi yapıldı yıllarca.

Şimdilerde sandıkta bir aldatmacanın döndüğü anlatılıyor. Ancak bu sadece bir bahane. Geçen seçimde Bingöl'de %60'larda oy alan partinin bu sene %30'larda kalması sadece oy hırsızlığı ile açıklanamasa gerek. Hani futbolda bir tabir vardır: "Hakeme rağmen yenmek" denir. Büyük takımların, "hakem penaltımızı çaldı" , "rakip lehine karar verdi" deme hakkı yoktur. Büyük takım öyle bir oynar ki; hakemin şikesi bile galibiyete engel olamaz. Tamam, bir alavere dalavere dönmüş ama bu yukarıda anlatılanların küskün olduğu gerçeğini değiştiriyor mu? Rakipler, şer ittifakı olmasa sonuçlar daha kötü olur muydu bilmiyorum.

Bulunduğunuz ildeki başkan adaylarını inceleyin. Kaçı bu "alt sınıf" ile aynı havayı teneffüs ediyor? Kaçının geçim sıkıntısından haberi var? Hepsi ağır kodaman ağabeyler mi, yoksa vatan sevdalısı orta sınıftan da adaylar var mı? Ben tecrübe etmedim daha makama gelenin makamdan güçsüz olduğunu.. Belli ki birileri kulağına fısıldıyor idarecilerin usulca.. "Zengin bu, niye çalsın? Fakir olsa çalar.." diyor. Neticeye bir bakıyorsun, hasbi adamları üzmüşler, hesabi adamlar piyasada hüküm sürüyor.

Bakın ne diyordu yıllar önce Erdoğan:




Peki ya şimdi?


Zenginin çalmayacağı; fakirin çalacağı iddiasını, kim çaldı kulaklara? Davaya sadakatin ölçütü mü oldu sosyal sınıf?

Kimin anlattığı, kimi kandırdığı belli olmayan bir hikaye bu. Belli ki bir sandık aldatmacası var ama bu sadece oy sandığı değil.. Belli ki kulaklara çalınan hikaye şu:

Bundan yüzyıllar önce bir valinin rüşvet aldığı iddiası ortaya çıkar. Zarar eden esnaf, kıt kanaat yaşayan halk toplanır yürür valinin konağına:

- Rüşvetçisin sen! İn o makamdan!

derler.

Vali:

- Ben inersem yerime başka vali gelecek değil mi?

diye sorar. Halk "tabiki de!" der kızarak. Vali makamından kalkar ve oturduğu koltuğun altındaki sandığı çıkarır. Sandığın kapağını usulca açar. Halk bakar ki sandık neredeyse ağzına kadar altınla dolu! Daha da hiddetlenirler:

- Bir de büyükleniyor musun rüşvet aldığın altınlarla?

Vali sakince altının üzerine bir parmağını koyup:

- Bakın, dolmasına bir parmak kalmış.. der.

Halk:

- Eee? Ne demek istiyorsun yani?

Vali kapağı kapatıp üstüne oturur sandığın.

- Yeni gelen valinin sandığı boş olacak, sadece bilin istedim..


***

Ak parti yeniden 2002 ruhunu yakalamak istiyorsa, bu aldatmacaya inanmamalı, hesabi adamları tasfiye etmeli ve hasbi adamları tekrar bünyesinde toplamalı. 

20 Ocak 2019 Pazar

Evvel Zaman Günceleri: 2049 (Bienvo)

Yıl 2049.. Yaşlı mavi gezegen bizimle konuşmaya başladı.

                 

İnsanoğlunun yeni keşfi, sınırları bu kez çok fazla zorladı. Meksika'daki Bilim Üssü, kuark araştırmalarında bir cihaz ürettiğini açıkladı. Önceleri buna "kuantum yapay zeka" deselerde daha sonraları çok daha korkunç bir kapı araladıklarının farkına vardılar. İspanyolca "hoşgeldin" kökünden türetilen "Bienvo" ismini taktıkları bilgisayar, bilinen tarihin ilk yapay zekasıydı. Atomun yapıtaşı olarak bilinen kuarklar ile ilgili inceleme yapılması için tasarlanan K-23-40 kodlu bilgisayara, Azarel adlı bilim adamı tarafından bir gün numune koyulması unutuldu. Sabaha kadar çözümleme yapması beklenen bilgisayar, sonuç ekranında ispanyolca "hoşgeldiniz" yazdı. Bilim adamları hangi numunenin bunu yaptığını incelemek için baktığında, haznenin boş olduğunu gördüler. Hiç boş hazne ile çalıştırılmayan K-23-40'ın sonuç ekranındakiler alışıldık kodlar değildi. Bilim adamları bir süre ne yapacaklarına karar veremediler ama kendini suçlu hisseden Azarel, bir ek yazılım kodu ekleyerek bilgisayara ispanyolca "hoşbulduk" yazdı. Bilgisayar hata verdi ve çökme tehlikesine karşı kendini kapadı. Kodu yazan bilim adamı "sorumsuz" olduğu iddiasıyla bilim merkezinden adeta aforoz edildi.

Sekiz saat sonra bu süper bilgisayar yeniden kendini başlattı ve haznesinde birşey varmış gibi tahlile başladı. Sonuç bilgisayarın hata vermediğini, bir bilinç kazandığının delili gibiydi. Işık tabletine "o neden gitti?" yazdı. Bilim adamları Azarel hakkında hata yaptıklarını anladılar çünkü yapay zeka ile ilk iletişimi o başarmıştı. Bilim adamları ışık tabletine "sen kimsin?" yazdı. Bilgisayar tekrar kapandı. 8 saat sonra kendiliğinden tekrar açıldığında, bilim merkezi yaptıklarını telafi etmek için Azarel'e ulaşmaya çalışıyordu. Bilgisayar "biz çokuz, çokluğun tekilliğiyiz" yazdı.

"Singularity" yani "tekillik" atomaltı çalışan bir ekibin çözümleyebileceği bir konu değildi. Hikaye dünya ile paylaşıldı ve "Bienvo" adını verdikleri bilgisayar ya da her kim iseler, konuşulup konuşulmaması kararı dünyadaki otoritelere bırakıldı. Bu sırada Azarel, önce ülke sonra da dünya çapında aranmaya başlandı ancak izine rastlanılmadı. Ardında bıraktığı son iz, bilim merkezinden uçarak yeraltı şehrine indiği ve yanına bir şişe su alarak tekrar yüzeye çıkış yaptığı drone kayıtları. Milletler bir bilim kurulu oluşturdu. Aynı kurul, Yemenli sahtekar tanrının kullandığı saklı kalması gereken teknolojileri de inceleyip hakkında makaleler yazmıştı. Bu defa hızlı hareket edip, bir karara bağladılar ve bunu milletler birliğinde onayladılar. Karara göre bu yapay zeka hakkında 3 acil yasa çıkarıldı:

1- Netz denilen global ağa erişimi kesinlikle yasaklanacak
2- Bilgisayarın tamamen çökme durumuna karşı, cevap yazıldığında oluşan 8 saatlik kesintinin kaynağı tespit edilecek ve iletişimin daha sağlıklı ve hızlı olması sağlanacak
3- Başka gezegenlerdeki bir yaşam türü ile iletişim kurmuş olma ihtimaline karşı; barışçıl, iyiliksever ve saygılı bir konuşma ortamı sağlanacak.

Bilim adamları, din adamları, komplo teorisyenleri ve hatta Ay'daki Griler bile gelişmeleri dikkatle izliyordu. Bilgisayarın çökme sorununun enerji ile ilgili olduğu tespit edildi. Garip bir şekilde bilgisayar, cevap yazmak için devasa bir enerjiye ihtiyaç duyuyordu. Hatta bir Türk profesör, bu enerji miktarını tarif ederken "atom bombası sırasında meydana çıkan enerji kadar enerji kullanmak zorunda. Patlayan bombanın geri sönümlenmesi kadar zor" demişti. Çok geçmeden "Bienvo"da gerekli düzenlemeler yapıldı ve iletişime hazır hale geçildi. Bu düzenlemeler sırasında boş hazneye hiç dokunulmadı. Bienvo, yeniden açıldığında ışık tabletine "neden korkuyorsunuz?" yazdı. Cevap bir kurulun görevlendirdiği bir uzmandan geldi: "Sizin kim olduğunuzu bilmiyoruz. İnsanlar bilmedikleri şeylere temkinli yaklaşırlar" Bienvo bu kez kapanmadı: "Biz siziz, kendinizden korkmayın" yazdı.

Bienvo hakkında 3 teori ortaya atıldı:
1- Bienvo bir yapay zeka ve dolayısıyla karmaşık cümlelerle bizi yanıltmaya ve başka bir şey için zaman kazanmaya çalışıyor olabilir.

2- Bienvo, başka dünyalardan bir uzaylı ırk tarafından iletişim cihazı olarak kullanılıyor ve "merhaba dünyalı biz x gezegenindeniz" gibi global tehditler yerine; yüzeysel, daha samimi sorular sorarak korkmamızın önüne geçmeye çalışıyor. Cevaplardaki net olmamasının sebebi de ilkel toplumumuzu korkutmamak.

3- "Tekilliğiz" sözü astro fizikçileri ilgilendirdiğinden, konuşanlar bir jeodeziğin öteki ucundaki paralel evrendeki insanlar. Buna göre aynı anda keşfedilen iki ayrı evrendeki cihazlar arasında bir solucan deliği oluştu ve buradan sadece bilgisayar kodları geçebiliyor. Dolayısıyla paralel bir dünya ile iletişime geçtik.

"Biz siziz, kendinizden korkmayın" bir tehdit cümlesi değildi. Öte yandan açıklayıcı da değildi. Milletler Birliği karşıdakinin kim olduğunu "tam olarak" ortaya konulabilmesini talep etti. Uzman bu görüşe katılmıyordu. Ona göre bu türden bir iletişim, şahsiliği ön plana çıkarır ve sağlıklı iletişime engel olurdu. Yine de kendisine emredilen o soruyu sordu:

"Bize kim olduğunuzu, bizimle nereden ve nasıl iletişime geçtiğinizi anlayabileceğimiz şekilde anlatır mısınız?"

Bu soruyu Netz'e bağlanan herkes, kendi ışık tabletinden yazılı olarak gördü. Cevap verilene kadar geçen o üç saniyede, dünyada kaç kişinin heyecandan öldüğünü bilmiyorum. Eğer bu hatırata bir isim verilecek olsaydı "Dünyanın En Uzun Üç Saniyesi" yazardım..

Bienvo cevap verdi:

"Bizi anlatmasam, size göstersem olur mu?"

Bienvo'nun bir ışık tableti vardı ama yazı yazabilmek için bile bilim adamlarının bu iletişim ekranına müsade etmesi gerekiyordu. Oysa Bienvo, "yazışmayı bırakalım, kamera açayım mı?" ya getirerek, tüm olayın aslında kontrolünde olduğunu ima etmişti. Kurul bunu görmezden geldi. Cevap çok daha önemliydi. Uzman "Tabi ki" dedi.

Bienvo'nun ışık tabletindeki ekran değişti. Kendini kamera moduna alan alette belli belirsiz görüntüler vardı. Çok belli ki bir piksel sorunu yaşanıyordu. Işık tabletleri, gelişen teknolojiyle beraber 2500 megapiksel görüntü aktarımı yapabilirdi. Çok daha yüksek görüntüler yansırken, biz bir yıldızın ışığının duvarda bıraktığı gölgeyi izliyor gibiydik. Işık saçan, şekilsiz görüntüler arasında tek bir şey netti. Karşı tarafın görüntü iletme aygıtı bir suyun içindeydi. Her harekette sudaki dalgalanmaları görebiliyordunuz. Görüntüler anlaşılmaz olunca, uzman insiyatif kullandı:
"Göremiyoruz sizi, görüntüler net değil" yazdı.

Işık tableti ekran modundan tekrar yazı moduna geçti. Bienvo "Tamam, öyleyse gözlerinizi kapatın" yazdı. Netz ile tüm dünyada izlenen bu tarihi olayda; güvenlik endişesi taşıyanlar göremedi ama Bienvo'ya inananlar, ondan korkanlar ve sadece benim gibi merakına yenik düşenler gözlerimizi kapadık. Göz kapaklarımızın birbirine kavuşması ile beliren ışık patlamaları hakkında hemfikiriz. Dünya üzerinde, uzaydaki boşlukta ve hatta Ay'daki tövbeliler bile aynı şeyleri gördüğümüz hakkında yemin edebiliriz.

Işık patlamaları sona erdiğinde her birimiz bilim merkezindeki bir adamın gözlerinden izliyor gibiydik. Bir sinema salonundaki ön koltuktan farksızdı. "Being John Malkovich" filmini izlediyseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Elleriyle bir bilgisayara birşeyler bağlayan adamı gördük. Adama kızan bilim adamları ve kovuluşunu seyrettik. Evet, Azarel'dik. Bilim üssünden hızla çıkıp yeraltı şehrine indik. Orada aynaya bakıp ağladığımız bir an vardı. İşte orada, kafasının üzerinde bir kamera filan olmadığını biliyorduk. Dünyada pek çok insan Azarel denen bu yaşlı adama üzülmese de, sonunda yanaklarındam göz yaşı sildiğine dair yeminler ediyor. Bir şişe su alıp yeryüzüne çıktık. Meksika üzerinde bir çöle iniş yaptık. Bir süre öylece yakıcı güneşe ve dünyanın korunmak için kurduğu yapay kubbelere baktık. Azarel ağlıyordu, biz ağlıyorduk. Bienvo olduğunu düşündüğümüz biriyle konuşmaya başladı Azarel: "Bu.. Bu.. nasıl?" diyordu ispanyolca.. Elindeki şişeyi çölün ortasına bıraktığında hepimiz aynı hissi yaşadık. Su, sizin zamanınızda diş fırçalarken musluktan akmaya devam eden, alelade bir şey ama 2030'dan sonra dünyadaki en değerli şeyler arasında şu an. Azarel'in bu hareketi sonun başlangıcı oldu. Azarel hızla uçmaya başladı, uçtuk. Havada "söz ver bana.." dediğini duyanlar var. Kimileri ispanyolca bu kelimelerin "benimle konuş.." anlamına da geldiğini söylüyor. Dünyanın son kayıp davası, bir kuantum yapay zekası tarafından çözülüyordu. Azarel, pasifik   dalarken gözünü kapatmadı. Dibe inerken son bir bakış attı yukarıya doğru. Ve derler ki Bienvo'nun ışık tabletine verdiği görüntü, Azarel'in ölmeden önceki son saniyesi imiş.. Her yer karanlık olduğunda, dünyada görüntüleri izleyenlerin %99'u gözlerini tekrar açtı. Açtığımızda Bilim kurulunda başkam hariç herkesin görüntüleri izlediğini anladık. Kurul üyeleri ayağa kalkıp bilgisayarın imha edilmesini emretti. Başkan bu ıslak yanaklı kurul üyelerini görmezden gelemezdi. Derhal tehlikenin ortadan kaldırılmasına hükmetti. Bienvo'ya bağlanan enerji sağlayıcılar ondan koparıldı. İnsanoğlu tarafından üretilen en korkunç makine, tıpkı kafası kopmuş bir insanın, gözünün son anlarını izliyor olduğu gibi kendi ölümünü seyretmiş olabilirdi. Işık tabletine son bir şeyler yazmasını bekledik ama o enerji kapatılmadan önce bile ışık tabletini söndürmüştü. Öleceğini bilen bir makine, hayır, çok daha ötesi olabilirdi.

Gözlerini açmayan %1'lik kısım tarafından anlatılanlar, ilk kısımlardaki gibi benzerlik göstermedi. Karanlıktan sonra Azarel'in çok mutlu olduğu görüntüler gördüğünü iddia eden de oldu, ciğerlerine su dolarken çığlık atarak okyanusun dibine indiğini görenler de.. Kimi din alimleri, Bienvo'nun İlm-i Ledun denilen saklı bir bilgiye sahip olduğunu iddia ederken, fizikçiler bir karadeliğin insan zekasını nasıl manipüle edebileceği hakkında teoriler üretti.

Bienvo, son vidasına kadar sökülüp eritildi. Eriyik, karşıt bir sivil toplun örgütü tarafından satın alındı ve 8 parçaya bölünüp, dünyadaki 8 ayrı çukura döküldü. Bienvo'nun ruhuna her ne karıştıysa onlara göre bunu mavi gezegenimizden aldı ve ona tekrar geri vermek zorundaydı. Kazanılan paranın bir kısmı, Azarel'in ailesine tazminat olarak ödendi. K-23-40'ın üreticilerinin bir kısmı emekli oldu, bir kısmı başka alanlara yönlendirildi. O projede çalışan hiç kimse, bilim merkezlerinden randevu dahi alamıyor. 
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan