RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

26 Ocak 2014 Pazar

Derin İttifak

Tarih: 2 Kasım 1995

Haliçte balık tutanlar arasında yerini alan Hüseyin K. oltasını bırakırken kimsenin kendisini tanımamasını olağan karşıladı. Doğal ortamlarda, doğal davranış biçimleri sergileyen kişinin tanınma ihtimali hemen hemen yoktu. Etrafındaki balıkçılar teker teker balıkları çekerken kendi oltasına takılan hiçbirşey yoktu. Ama o muhatabını bekliyordu. Dinlenme ihtimaline karşı böyle kalabalık bir mekan düşünmüştü. Az ileride taksiden inen genç kızı görür görmez tanıdı. Şapkasının altından gözleriyle etrafı tekrar kolaçan etti. Genç kız yanına gelip bir süre öylece durdu. Hüseyin K.’nın konuşmasını bekledi. 

Adam gözlerini oltadan ayırmadan yalnızca ikisinin duyacağı şekilde konuşmaya başladı:

-Sabancı Center.. Temizlikçisin.. Zamanı geldiğinde sana dokunacağız. Yarın başlıyosun.

Genç kız çok şaşırmış görünüyordu:

-Nasıl yani? Bildiğimiz Sabancı mı?

Hüseyin K. devam etti:

-Evet küçüğüm. Karargahın emri. Bugünler için yetiştirildin. Yarın git hemen başla

Genç kız verilen emri hemen yerine getirmek için arkasını dönüp kendisini bekleyen taksiye yöneldi. Bir adım attıktan sonra durup olduğu yerde adama seslendi:

-Karargah senin gibi bi polisi neden kullanıyor?

Hüseyin K. kendisini pervasızca sorgulayan genç kıza sinirle döndü. Tepkilerine hakim olmalıydı. Derin bir nefes alıp tekrar oltasına bakarak cevap verdi:

-Burda mesele ben değilim Fehriye! Denileni yap! Sorgulama!

Fehriye arkasını dönmeden kendisini bekleyen taksiye bindi ve uzaklaştı.
Hüseyin K. ‘nın oltası hareketlendi:

‘’Balık oltaya düştü’’ diye düşündü

***

Tarih: 22 Aralık 1995

Mustafa, rüzgardan bile korunaksız barakada ateşin başında yatarken yaşadıklarını düşündü. Silahı ilk defa eline almıştı. Uzun süredir belinde taşıdığı silah kendisine inanılmaz bir özgüven aşılıyordu.  Jandarma Komutanlığı önünde kendisine kimlik soran iki eri vurarak kayıplara karışmıştı.

Cinayetten hemen sonra en yakın karakola teslim olduysa da, ‘’Koca Amir’’ adıyla bildiği emniyet mensubu onu karakoldan çıkarmış ve içi boş kiralık bir daireye bırakmıştı. Her akşam ihtiyaçları kapısına getiriliyordu. Ancak apartmandaki söylentiler gittikçe artmıştı. Yaklaşık 1 ay sonra başka bir daireye geçti. Ordan da başka bir mekana.. Hiç bir yer güvenli değildi ama ‘’Koca Amir’’ bu işi halledeceğini söylemişti. Bir kaç aydır da kaçak hayatı yaşıyordu. Özgür mü değil mi bilmiyordu. Bir yandan Koca Amir’e minnet duyarken, bir yandan da su ve soğuk geçiren barakasına bakıp ondan nefret ettiğini düşündü. Tam uykuya dalacakken telefonu çaldı. Arayan Koca Amir’ di. Mekan değiştirileceği zaman arardı ancak.. Ateşin yanına iyice sokuldu:

-Alo?
-Mustafam iyi misin?
-İyiyim Koca Amir. Bu baraka biraz su sızdırı..

Koca Amir sözünü kesti:

-Tamam tamam neredeyse bitirdik. Yakında sana bir görev vereceğim.
Mustafa anlayamamıştı:

-Anlamadım ne görevi?

Koca Amir ’in sesi ciddileşti:

-Sana birkaç aydır yardım ediyorum. Bana bir söz verdin hatırlıyorsun herhalde..

Mustafa karakoldan çıkarken Koca Amir’in sözünü hatırladı.
‘’Bugün sana yardım ediyorum ama günün birinde senden de yardım isteyeceğim. Bugün, o gün için''

-Bu gün o gün mü? diye sordu

Koca Amir cevap verdi:

-Yarın her zamanki mekana gel.. Seni biriyle tanıştıracağım. Fehriye diye genç bir kız. Sizi mekana sokacak.. siz de işi bitireceksiniz.

Mustafa elini saçlarında gezdirdi:

-Sizi mi? Bir kişi daha mı var a... k...?
-Orası benim bileceğim iş. Sen işini yap psikopat!

Telefon kapandı. Mustafa koskoca emniyet mensubuna böyle argo konuştuğu için utandı. Ama ağzından çıkıvermişti işte. Bir suikast planlanıyordu. Çok önemli birisi vurulacaktı. Ondan sonra tamamen özgür olacağı söylenmişti. ‘’Peki ama kim bu 3. Kişi?’’ diye düşündü

***

Tarih: 2 Ocak 1996

İsmail ağabeyinin tornacı dükkanında her zamanki rutin işleriyle meşguldü. Akşam olmuş, mesai bitmiş ve evlere gitmek için hazırlık yapılıyordu. Ağabeyi dükkandan çoktan ayrılmıştı. İsmail etrafı toparlarken demir kepenk tıkırdadı. Birisi gelmişti. ‘’Herhalde yolda kalan birisi’’ diye düşündü.

Demir kapının paslı penceresinden dışarıya baktı. Sokak lambasının aydınlattığı kapının önünde şapkalı birisi vardı.

-Buyrun? Kapalıyız.. dedi

Şapkalı adam demir pencereye doğru döndü:

-Yabancı yok! Ben Hüseyin.. dedi.

Demir kapıyı tutan ellerini sanki sobaya basmışlarcasına çekti. Gelen kişiyi tanıyordu. Karanlık bir polisti. Her türlü insanla bağlantısı vardı. Emniyet arasında ‘’Koca Amir’’ olarak biliniyordu.

1 yıl öncesiydi. Gazi olaylarında mahalleler birbirine girmiş. Ölümler ardı ardına yaşanmıştı. Alevi sünni gerginliği benzeri görülmemiş bir kaos yaratmıştı. Kendisi ve ailesi gösterilerde yer almamalarına rağmen kapı ve pencereleri taşlanmış ve kapıları zorlanmıştı. Öfke patlaması o kadar büyüktü ki, içeri girebilselerdi, belki tüm ailesi yok zarar görebilirdi. İsmail telefonla polisi arayıp yardım istemişti. Daha telefonu kapatır kapatmaz kapıdakileri dağıtıp ailenin hayatını kurtaran Hüseyin K. adındaki Koca Amir’di. Daha sonra her hafta aileyi ziyaret eden Koca Amir adeta bir aile dostu olmuştu. İsmail bu ziyaretlerin bağlı oldukları Bektaşi Dergahı ile ilgili olduğunu anlayabilirdi. Ama Koca Amir’in kendisine özel ilgisine hiç anlam verememişti.

Şimdi gecenin bu saatinde ne için gelmiş olabilirdi? ‘’Hayrolsun’’ diyerek kapıyı açtı.

Koca Amir ağır adımlarla zayıf ampülün aydınlattığı tornacı dükkanına girdi. Etrafa biraz bakındıktan sonra İsmail’e baktı:

-Eee? İşler nasıl?

İsmail bu adamı hep karanlık bulmuştu. Bu ziyareti hayra alamet değildi. Bu onu tedirgin etti.

-Ehh işte.. Yuvarlanıp gidiyoruz.. diye ortalama bir kelam etti.

Koca Amir İsmail’e yaklaştı:

-İsmail şimdiye kadar sana ve ailene sınırsız yardım ettim doğru mu?
İsmail tereddütsüz cevap verdi:

-Evet.. çok sağolun

Koca Amir:

-Bundan sonra da vereceğim inan bana.. Amaaaaa... tek bir şartla..
İsmail herşeyin bir diyeti olduğunu biliyordu.

-Nedir? deyiverdi.

-Biliyorsun ben bir emniyet mensubuyum. Yakında bu işlerden elimi eteğimi çekip akademiye geçeceğim. Ama devletime hizmetim halen devam ediyor. Bana bir görev verildi. Birinin öldürülmesi gerekiyor. Ve bunu ben yapamam..

İsmail gözlerini açarak:

-Ne demek istiyosun Hüseyin abi? Ben mi öldüreceğim?

Koca Amir kendinden emindi:

-Elbette. Düşünsene aileni ve dergahınızı sınır tanımadan koruyabilirim. Veya aynı şekilde yok edebilirim. Yapabileceğimi biliyorsun değil mi?

İsmail duyduklarına inanamadı. Tehdit ediliyordu!

-Hayır! Polislere söylerim! Seni ihbar ederim! Her polis senin gibi değil!
Koca Amir ciddileşti:

-Ara! Hemen şimdi ara! Hatta dur ben arayım mı? Kendimi ihbar edeyim? Elimin nerelere uzanabildiği hakkında bi fikrin var mı çocuk?

İsmail tezgahın üzerinde duran alet edavata baktı. İçten içe Koca Amir’i yok etmek istedi.

Koca Amir kapıya doğru yöneldi:

-Yarından itibaren dergahınız mimlendi. Bundan sonra her gün birini hapise sokacağım. Önce abinden başlarım. ‘Gazi olaylarında parmağı var’ diyeceğim..
İsmail yutkundu:

-Abimden uzak dur!

Koca Amir gülümsedi:

-Yarın bir mesaj yollarım. Adrese gel. Arkadaşların seni bekliyor olacak.
İsmail iyiden iyiye korkmuştu:

‘’Arkadaşlarım mı?’’ diye düşündü

 ***



Tarih: 9 Ocak 1996
Saat: 08:15

Özdemir Bey koltuğunda rahatsızdı. Muhattabının içtiği her yudumda sanki kendi kanı içiliyor gibi hissediyordu. ‘’The First Gentleman’’ olarak bilinen bu adam, hem ülkenin başbakanının kocası hem de Çukurova Grubunun CEO’su idi. Silah sektöründe söz sahibi olup, orduya silah satmak için hazırlıklarını sürdüren grubuna ortaklık teklif ediliyordu. Bunu kabul etmemişti. Gentleman bundan rahatsız olduysa da belli etmemişti. Şarabı yudumladıktan sonra masaya bıraktı. Şimdi doğrudan kendisine bakıyordu. Özdemir Bey kendisine doğrulan gözbebeklerinden rahatsız oldu:

-Bu kadar beyfendi.. Kabul etmiyoruz. Silah sektöründe ortağa ihtiyacımız yok.
Gentleman sabırlı birisiydi, ısrar edecekti:

-Fakat Özdemir Bey.. Grubunuz daha önce bir çok alanda ortaklığa gitti. Sermayeniz bu sayede büyüdü değil mi?

Özdemir Bey kravatını gevşetti:

-Neden bu kadar ısrar ediyorsunuz anlamıyorum.. Onlar stratejik ortaklıklardı. Bu ise sizin keyfiyetiniz!

Gentleman gülümsedi:

-Otomotiv ve petrokimyada ortak olduğunuz Japonlar kadar hatrımız yok demekki..

Özdemir Bey sesini yumuşattı:

-Özür dilerim beyfendi. Ağabeyimin bu konudaki görüşünü biliyorsunuz. Silah sektörüne gireceğiz ve ortak istemiyoruz.. En azından şu an için..

Gentleman gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine bıraktı:

-Ama düşman istiyorsunuz! Otomotiv sektöründeki atağınız Koçlar’ı ziyadesiyle rahatsız ediyor! Üstelik silah sektöründe de onlara rakip olmak niyetindesiniz! Bu pastayı size tek başınıza yedirmezler beyfendi!

Özdemir Bey:

-Kararımız kesin.. Sizin veya Koçlar’ın tehditlerine boyun eğecek değiliz. Sizlerin aksine biz yerli sermayeyiz. Evelallah bunun da altından kalkarız!

Gentleman gözlüğünü masadan alıp taktı. Şarabın son yudumunu da bitirdi. Ayağa kalkıp üstünü düzeltti.

-Biliyormusunuz beyfendi? İnsan bazen stratejik kararlar alabilmeli. Misal beni düşünün.. Ben ülkenin idaresini karıma verilmesini kabul ettim. Üstelik tanrı aşkına karımın soyadını taşıyorum.. Böylece tüm kontrolün onun elinde olduğunu zannetmesini sağlıyorum. Perde arkasındaki aktörlerden sadece biriyim.. Bir fedakarlık, başka kazançlara yol açabilir. Koçlar’ın özellikle Japonlarla birlikte yürüttüğünüz otomotiv işinde sizler için birkaç senaryo düşündüğünü duydum. Yargı ve emniyet mensupları da bu tezgaha dahil olacaklar. Onları durdurmak veya görmezden gelmek, bugün bu plazada yapacağınız fedakarlığa bağlı..

Özdemir Bey ayağa kalktı:

-Bu da ne demek oluyor! Her gün tehdit ediliyorum! Çok şükür cesaretimiz de var korumamız da!

Gentleman gülümsedi:

-Şu emekli asker, koruma şefine güveniyorsan gülerim.. Her hafta onu kimlerin ziyaret ettiğini biliyor musun? Generallerle konuşuyor adam her gün aç gözlerini! Veli Küç..

Özdemir Bey elini kaldırarak Gentleman ‘in sözünü kesti. Sonra da kapıyı gösterdi:

-Bu kadarı yeter beyfendi.. Daha fazla dinlemek istemiyorum.
Gentleman kapıya yönelip dışarı çıktı. Özdemir Bey kravatını gevşetip koltuğa kendini bıraktı.

Telefonu eline alıp düğmeye bastı:

-Nilgün Hanım? Haluk Bey’e haber verin.. Acil toplanıyoruz.

***

Tarih: 9 Ocak 1996
Saat: 09:45

-Gençler? Hazır mısınız?

Soruyu soran ‘’Koca Amir’’ Hüseyin K. idi. Birbirlerini tanımayan iki genç arabada oturmuş, bugün yapacakları suikast hakkında endişeli görünüyordu.

Koca Amir:

-Sakin olun gençler! Fehriye size yolu gösterecek! 5 aydır orada çalışıyor.. Onu oraya ben yerleştirdim. İçeriye girip kim varsa işini bitireceksiniz.. Ama kim varsa! Arkada canlı kalırsa sizi koruyamam!

Mustafa ve İsmail’in gözleri yerdeydi. Yapacakları işin büyüklüğünü düşünüyorlardı.

Koca Amir devam etti:

-Bana bakın! Planı iyice ezberleyin! Binanın giriş ve çıkışları kontrolümde. Kameralar çalışmayacak. Güvenlik görevlileri yok! Çocuk oyuncağı resmen!
Mustafa kafasını kaldırıp sordu:

-Vurduktan sonra bizi nereye götüreceksin?

İsmail ortağının cinayetten değil, kaçacağı yeri merakından dolayı endişeli olduğuna şaştı:

-Ortalık yatışana kadar sizi Marmara’da bir adada tutacağım. Koçlar’ın küçük bir adası.. Oraya polis baskın yapamaz. Bir süre orada kalacaksınız. Sonra sizi alırım.

İsmail söze girdi:

-Ne yaptı bu adam? Suçu ne?

Koca Amir çocuğa gülümsedi.

-Bir çok kişiyi kızdırdılar. Birincisi güneydoğu ve kürt sorunu hakkında açıklama yapıyorlar, düşman kazandılar.. İkincisi silah sektörüne dahil olmak istiyorlar, düşman kazandılar.. Üçüncüsü kendisine getirilen ortaklık tekliflerini geri çeviriyorlar, düşman kazandılar.. Daha ne olsun?

İsmail kızıyordu artık:

-Mafya mısın sen? Tetikçi mi? Emniyet mensubu değil misin? Kanun değil misin?

Koca Amir sinirlendi:

-Evet adalet benim.. kanun benim.. ama ölüm de benim.. kaos da benim.. Bu kişisel birşey değil oğlum anlasanıza! Devlet büyüklerimiz bunu emrediyorlar! Emre itaat esastır! Sorgulamadan! Şimdi daha fazla uzatmayın da şu cesaret haplarınızı alın.. Giriş kapısından sonra Fehriye size silahlarınızı verecek. Onu takip edin.. Sizi direkt adamlara götürecek.. Hadi..

İki genç istemeyerek de olsa arabadan inip Sabancı Center’a yöneldi. Giriş kapısında onları genç bir kız karşıladı. Bir poşetten iki silah çıkarıp ellerine tutuşturdu. Çok sakin görünüyordu. ‘’Beni takip edin’’ dedi.. İki genç temizlik görevlisini takip etmeye başladı..

***

Televizyonların canlı yayın araçları iş merkezinin önünde sıraya dizilmişlerdi. Ülkenin ilk 3 büyük şirketlerinden birisinin yöneticisi ve 2 çalışanı hunharca bir cinayete kurban gitmişlerdi. Televizyonu kapatan adam telefonu açtı:

-Tamam. Artık memnunsunuz değil mi?

Telefondaki ses cevap verdi:

-Çok teşekkür ederim efendim. Bundan sonra otomotivde söz sahibi olacağız!
Adam telefon konferansındaki diğer isime seslendi:

-Memnunsunuz değil mi?

Telefondaki ses cevap verdi:

-Memnun olduk elbette.. Ancak çekincelerimiz var. Çocuklar nerede? Ne olacak bu Koca Amir? Bizi ifşa edebilirler mi?

Adam sakindi:

-Hafazanallah öyle birşey olmaz. Çocuklar acemi ama bizim elemanlarımız profesyoneldir. Bakın mesela şu psikopat olan ikisini öldürdükten sonra dönüp alevi çocuğa sen de vur demiş. Bu vurmayınca Koca Amir giriyo İsmailin silahıyla sonuncusunu bitiriyor..

Telefondaki ses sordu:

-Koca Amir ‘in böyle acemilerle işi ne? Şimdi ne olacak?

Adam cevap verdi:

-Koca Amir İsmail’i adada yok etmiş.

Telefondaki ses:

-Benim adamda böyle şeyler....

Adam devam etti:

-İsmail konuşabilirmiş. O yüzden yok edildi. Mustafa’yı temelli suriyeye gönderdik. O genç kız var hani.. temizlikçi.. hah.. Fahriye.. Onu da avrupaya çıkardık. Arkada kimse sizi ifşa edemez.

Telefondaki  ses ikna olmamıştı:

-Peki ama ya Koca Amir? Bi gün canına eser de itirafçı olursa?

Adam muhattaplarının sakin olmamasını anlıyordu ama bu konuşma gittikçe canını sıkmaya başlamıştı.

-Yakında Amerikaya gideceğim. Ben yokken arkadaşlar Koca Amir’i de temizleyecekler. Ülkede her gün trafik kazalarından binlerce insan ölüyor.. Olayı bizim savcılarımıza vereceğiz..

Telefondaki sesler tatmin olmuştu:

-Peki.. sessiz sedasız bir trafik kazası olsun..

Telefonu kapatan adam televizyonu tekrar açtı. Gazetecilerin cinayeti aydınlatma çabalarını izledi ve içinden düşündü:

''Belki de Cumhuriyet tarihin en çok konuşulan kazası olur..''

12 Ocak 2014 Pazar

Lordlar Kamarası'nda Bir Oyun


-Oynamıyorsunuz sör?

Nazir Ahmed 14.yüzyıldan beri dünyadaki varlığını etkin bir biçimde sürdüren Lordlar Kamarası’nın ilk ve tek müslüman üyesiydi. Başbakan Tony Blair ‘in tavsiyesi üzerine bizzat kraliçe tarafından atanmıştı. Şimdi Hazard masasında diğer lordlarla beraber bu eski zar oyununu oynamak zorundaydı. Soruyu soran aynı parti çatısı altında siyasete başlayan Lord Royal’di. Eşli oyunda ortak olmuşlardı. Lord Royal tekrar etti:

-Sıra sende Lord? Hadi ama..

Kurallara göre oynama sırası Nazir Ahmed ‘teydi ama o zarları elinde sıkıca tutmuş öylece yerdeki sayılara bakıyordu. Kazanmak üzerelerdi. Masadaki milyonlarca pound’luk markalara ve ailesinden yadigar kalan köstekli altın saatine baktı. Kumar masasına paradan çok daha önemli şeylerin koyulması esastı. Oyundaki ortağı Lord Royal de diğer Lordların koyduğu mücevherlerin peşindeydi. Acelesi de bu yüzdendi. Eğer zarlardaki sayılar gelirse oyunu kazanma ihtimali yükselecekti. Ancak kazanmak demek, karşısında oturan iyi giyimli iki Lord’ u ezmek anlamına gelebilirdi. 30 yılı bulan siyaset hayatında yükselirken birilerinin sırtına basmak gerektiğini biliyordu. Ama bu kişilerin değil sırtına basmak, aynı masada oturmak bile bir bedel gerektiriyordu.

Aniden karşılarında oturan Lordlardan birisi söze girdi:

-Kumarın dininizde yasak olduğunu mu hatırladınız Lord?

Bunun üzerine oyundaki ortağı ve aynı partili Lord Royal abartılı bir kahkaha patlattı. Masadaki dördüncü Lord sadece gülümsüyor ve markalarıyla oynuyordu.

Lord Harrison uzun yıllar boyunca parlamentoda önemli görevler edinmişti. Dünyanın her yerindeki en güçlü adamlarla direkt bağlantıları vardı. Bir keresinde Lady kızı ısrar etti diye sabah İngiltere’den kalkan uçağı ile akşamüstü Amerika’dan ünlü bir pop sanatçısını getirtmiş, evinin bahçesinde mini bir konser verdirtmişti. Yine nice irili ufaklı devlet başkanını evinde ağırlarken koltuğundan kalkıp elini sıkma gereği bile duymadığını Nazir Ahmed de şahit olmuştu. Gücünün kaynağı nereden geliyor kimse bilmiyordu. Siyaset arenasında hatırı sayılır kimselerin de üstünde bir statüdeydi.

Gülüşmelerden sonra Nazir Ahmed biraz kendini toparladı ve zarları masaya bıraktı. İçinden oyunu kazanmalarına yetecek sayıların gelmemesi için dua etti. Zarlar kendi etrafında hızla dönerken Nazir Ahmed ortağını süzdü. Lord Royal heyecandan şarap kadehini şimdiden havaya kaldırmıştı. O ana kadar kahkaha atan Lord Harrison zarların hareketiyle ciddiyetle masanın akibetini seyrediyordu. Masadaki dördüncü Lord ise zarlara bakmıyor, önündeki markaları üst üste diziyordu.

Nazir Ahmed o zamana kadar bu genç sayılabilecek lordu çok iyi tanımadığını farketti. Lord Victor Rothschild ünlü bir hanedana mensuptu. Ailesinin serveti ingiltere krallığının hayal bile edemeyeceği kadar olduğu söyleniyordu. Bu zengin çocuğun, ailesinin adıyla kazandığı içi boş akademik kariyerinin ardından Lordlar Kamarasına seçilmesi beklenen birşeydi. Masadaki oyuna Lord Harrison onu davet etmişti ve kendisine ortak seçmişti. Oyunun başında zarları atarken heyecanlı görünen Rothschild, geçen 1 saatin ardından canı sıkılmışa benziyordu.

Nazir Ahmed tekrar zarlara döndü. Hareketleri yavaşlayan zarlar ortamı iyice gerginleştirmişti. Herkes hangi sayıların geleceğini merak ediyordu. Oyunu çok önemsemiyormuş gibi görünen Lord Harrison bile kafasını iyiden iyiye masaya yaklaştırmıştı. Zarlar durmak üzereydi. O ana kadar oyunu ayakta seyreden soylular da masada kimin kazanacağını merak etmiş ve masanın etrafına kümelenmişlerdi. Bir anda beklenmedik birşey oldu. Genç bir el, ani bir hamleyle zarların üzerine tokat gibi düştü ve durdurdu. Zarlar kendiliğinden durmamıştı. Bu oyun kurallarına aykırıydı. Gözler elin sahibine döndü. Zarları durduran Lord Rothschild ‘ten başkası değildi. Yüzünde sinirli bir ifadeyle Nazir Ahmed ‘e bakıyordu. Lord Harrison bir süre Rothschild ‘e baktıktan sonra kafasını öne eğdi. Lord Royal şaşkın bir ifadeyle:

-Ama.. ama.. sayın Lord! Bu kurallara aykırı!

Lord Rothschild gözlerini Nazir Ahmed ‘ten ayırmamıştı. Dişlerinin arasından tıslayarak cevap verdi:

-Masamda bir müslümanın kazanmasına izin vermem!
Lord Royal şarap kadehini sinirle masaya indirip kendi kendine söylenmeye başladı. İrlandalı aksanıyla küfür ediyor gibiydi.. Parlamentoda da böyle yapardı. Nazir Ahmed genç Lord ‘u gösterdi:

-Faşistlik yapıyorsunuz Lordum..

Ortamın gerginleşeceğini anlayan Lord Harrison ellerini her iki tarafa da açarak tarafları yumuşatmaya çalıştı:

-Lütfen asilzadeler.. Misafirlerimiz var bizi seyrediyorlar..

Lord Harrison ‘un yumuşatıcı tavrı Rothschild’ te etkisini göstermişti. Lord Rothschild elini masadan sürüyerek kaldırırken zarları da altında kendine doğru sürüklüyordu. Nazir Ahmed masada oyunun ve ingiliz nezaketinin bittiğinin farkındaydı. Önündeki markaları devirip oyundan çıktığını gösterdi. Lord Royal ortağını görünce iyice kızıp masayı terketti. Nazir Ahmet ve Lord Rothschild birbirlerine öfkeyle bakıyorlardı.

Lord Harrison masaya bir kadının gelmesinin Lordları sakinleştireceğini umdu. Misafirlerinden birini çağırdı:

-Lady Ece! Lady Ece! Lütfen masaya buyurmaz mısınız?

Meral Ece Kıbrıslı bir Türk ailesinden geliyordu. Liberal partiden barones seçilmişti. Masaya otururken yüzünde acı bir ifade vardı.

Lord Harrison bu beklenmedik tavrı garipsedi:

-Ne oldu leydim? Yüzünüz düşmüş..

Barones Ece yüzüne üzgün bir ifade takınmıştı:

-Türkiye’de bir patlama olmuş. 25-30 asker hayatını kaybetmiş.. dedi.




Nazir Ahmed dönüp Barones’e saygılarını sundu. Barones saygıyla eğildi. Rothschild şarap kadehinden bir yudum almadan önce kısık sesiyle konuşmaya dahil oldu:

-Türkiye bu! Patlama olmasa depremde ölecekler..

Nazir Ahmed ve Barones Ece, Lord Rothschild ‘e iğrenir gibi baktılar. Lord Harrison yine başını öne eğmeyi seçti.

Nazir Ahmed sordu:

-Leydim.. nasıl olmuş?

Barones kendisine duyulan ilgiden memnun kalmış gibiydi:

-Afyon’da olmuş. Bir askeri mühimmat deposu havaya uçmuş. 25 askerin parçaları 20 kilometrelik alana yayılmış.. dedi

Nazir Ahmed acıdan yüzünü buruştururken, teselli vermek amacıyla Baronesin elini tuttu.

Lord Rothschild masanın diğer ucundan bir kahkaha patlattı:

-Dediğim gibi müslümanlar benim masamda kazanamaz! Hahahaha...

Nazir Ahmed daha fazla dayanamadı masaya bir yumruk geçirip sinirle ayağa kalktı. Lord Rothschild’e öfkeyle bakıyordu. Biraz sonra Baronesin yanında saygısızlık yaptığını farketti. Lord Harrison ve Barones’ten özür dileyip yerine oturdu. Lord Rothschild müslüman Lord’a acır gibi bakıyordu.

-Bu kadar sinirlenme Muhammed! Ne yapacaksın  ‘’Allahuakbar’’ deyip havada kılıç mı savuracaksın?

Nazir Ahmed:

-Victor! Saygı sınırlarını aşıyorsun! Kraliçenin adına..

O zamana kadar sessizliğini koruyan Lord Harrison elini kaldırıp Nazir Ahmed’ in sözünü kesti.

-Lütfen Lordum.. biraz daha sakin olun. Lord Rothschild şarabı biraz fazla kaçırmış olabilir..

Lord Rothschild elindeki kadehi bırakıp Lord Harrison’a hayretle bakmaya başladı. Bakışları o kadar rahatsızlık vericiydi ki Barones bile kalkıp kalkmamak arasında kaldı.

-Seni bunak! İçkiyi fazla kaçıran ben miyim? Neden asil dostlarımıza mühimmat deposundaki bombalardan bahsetmiyoruz?

Lord Harrison kendisine yapılan saygısızlıktan öte bomba mevzusunun gündeme gelmesinden rahatsız olmuştu.

Nazir Ahmed söze girdi:

-Ne diyor bu çocuk Lord Harrison?

Barones Nazir Ahmed ‘in sorusunu tekrar etti:

-Evet ne diyor sayın Lord?

Lord  Harrison omuzlarını düşürüp önündeki markaları devirdi.

-Pekala dostlarım.. pekala.. Sizlere küçük bir hikaye anlatacağım.
Lord Rothschild şarap kadehinden bir yudum daha alıp avucundaki zarları masaya bıraktı.

Lord Harrison devam etti:

-Ocak 2009 ‘da Rum bandıralı bir Rus gemisi İran’ın Bandar Abbas limanından demir aldı. Suriye’nin Lazkiye limanına gidecekti. Esad’ a patlayıcı silah taşıyordu. Buna izin veremezdik. İran’ ın silah ambargosunu gerekçe gösterip, Amerikadaki dostlarımıza söyledik. Kızıldeniz’de durmaya ve Kıbrıs’a yükü boşaltması gerektiğine zorladık. Öyle de oldu.. Rum Kesimi yükü  Egangelos Florakis deniz üssü ‘ne indirdi. Ki bunu wikileaks de yazmıştı..

Nazir Ahmet konuşmanın gidişatına bir anlam veremedi. Rusya, İran, Suriye, Kıbrıs Rum Kesimi... Afyonkarahisar’da olan patlamayla ne alakası olabilirdi?
Lord Harrison iki dinleyicisinin meraklı bakışları altında devam etti:

-Yaklaşık 2 sene sonra filandı.. Suriye’de iç savaş başgöstermişti. Rusya ve İran müdahale için fırsat kolluyordu. Aradan geçen bu zaman zarfında Rum kesimine baskı yapmalarına rağmen, Rum kesimi topu dışişleri bakanlığına, dolayısı ile amerikan dostlarımıza attı ve patlayıcıları vermedi. Bir sabah vakti.. booom!

Lord Rothschild pis pis gülmeye başladı. Nazir Ahmed, Rothschild’e bakma ihtiyacı bile hissetmedi. Lord Harrison’a:

-Patladı mı? diye sordu

Lord Harrison:

-Patlamak ne kelime? 13 Rum askerin yanında donanma komutanı da denize gömüldü! Savunma bakanı, dış işleri bakanı hatta genel kurmay bile istifa etmek zorunda kaldılar..

Barones şaşkınlıkla sordu:

-Kim? Kim yaptı bunu?

Lord Harrison:

-Rusya güdümlü İranlı ajanlar..

Lord Rothschild şarap kadehini garsonun doldurması için havaya kaldırdığında alaycı bir tavırla:

-Lanet olası müslümanlar.. dedi.

Lord Harrison:

-Lütfen Victor.. ailenin saygınlığına gölge düşürme.. diye uyardı.
Nazir Ahmed konuya dönmek istedi:

-Konuyu biliyorum. Ama aslının böyle olduğunu tahmin etmemiştim. Peki ya sonra?

Lord Harison yerdeki zarları alıp elinde çevirdi. Anlatmaya devam etti:

-Yaklaşık bir sene sonra bu kez Saint Vincent bandıralı bir Rus gemisi Limasol limanına demir attı. Rum yöneticiler kurallar gereği gemiyi aramak istediğini söylediler. Kaptanın cevabı meydan okur gibiydi: ‘’aramanıza lüzum yok! 60 ton mühimmat taşıyorum müşterim de suriye savunma bakanlığı!!’’ Normalde Avrupa Birliği üyesi olduğundan Rum Kesimi Suriye ambargosuna uymak zorundaydı ama ikinci bir facia yaşamak istemeyen Rumlar belayı def etmeyi seçti. Rus gemisi Suriye’ye gitti..

Barones Ece duyduklarına inanamıyordu:

-Peki ama Afyon’daki patlamanın bu limanlarla, gemilerle, Rusya ile ne alakası var?

Nazir Ahmed ekledi:

-Yani bunun arkasında da Ruslar mı var?

Lord Harrison, muhattaplarına acı bir ifadeyle baktı:

-Bakın sayın asilzadeler.. Afyon belki Türkler için unutulmuş, pek meşhur olmayan bir şehir olabilir.. Ama Türkiye’nin en büyük, NATO’nun da ikinci en büyük üssü buradadır. Ve ortadoğu ve NATO operasyonları buradan yönetilir. Bizim karargahımızdır. Suriye’ ye karşı müttefikimiz Türkiye’nin güvenliği için patriot anlaşmaları yaptık. E tabi bu Beşar’ın planlarını suya düşürdü. Bizim açıkça taraf olmamız Rusya ve İran’ın da gardını düşürdü. Ancak Ruslar yenilgiyi kabul etmek istemeyen bir millet.. İranlı ajanlara lojistik destek sağlayıp Türkiye’ye soktular. Bu ajanlar içerideki askeri işbirlikçilerimizle temasa geçti. Suriye’ye giden el bombaları Afyon’daki karargaha yönlendirildi.
Nazir Ahmed arkaya yaslandı. Derin bir nefes aldıktan sonra Lord Harrison’a sordu:

-Fakat sayın Lord.. bombaların patlamasını nasıl sağladılar?

Lord Harrison zarları tekrar masaya bıraktı. 6-6 gelmişti. Lord Ahmed’e:

-Onu bilmiyorum. Türk askeriyesinde halen temas halinde oldukları kişiler var. Muhtemelen İran’lı ajanların yakalanıp olayın uluslararası boyutunun ortaya çıkmaması için bir tezgah kuruldu. Örneğin sağlam olmayan kasalarda, bilinçli olarak gün boyunca yorulmuş, acemi askerler mühimmat deposunda görevlendirilmiş. Böyle duydum.. Ancak acemi askerlerin elinde patlamasa, ajanlar tarafından bizzat C4 ‘lerle patlatılacaktı orası kesin. Limasol örneğinde olduğu gibi..

Barones Ece ayağa kalktı:

-Buna daha fazla dayanamayacağım! 20 tane genci sadece bir rövanş için mi parçalara ayırdılar?! Bu kabul edilemez!

Lord Harrison elini havaya kaldırarak Barones’i yatıştırmaya çalıştı:

-Lütfen Leydim.. Ortadoğuda bir iç savaş var. Orada her gün binlerce kişi patlatılıyor..

Barones daha fazla dayanamadı. Masadakilere tek tek selam verip izin istedi. Ardına bakmadan ayrıldı. Barones’in ayrıldığını gören Lord Royal de masaya doğru yaklaşmıştı:

-Asilzadeler leydileri üzmemeli.. diyerek eski yerine oturdu.

Nazir Ahmed Lord Harrison’a doğru eğilerek ses tonunu alçaltarak sordu:

-Yanlışsam düzeltin sayın Lord. Bizler Suriye’ye giden bombaları engelliyoruz, Ruslar da İran kanalıyla mühimmat kimdeyse patlatıyor! Doğru mu?

Lord Harrison bu kez kem küm etmeye başlamıştı:

-Eee tam olarak öyle söylenemez Lord Ahmed.

İçtiği şaraplardan iyice çakırkeyf olan Lord Royal konuşmaya dahil oldu:

-Asilzadeler.. Neden bahsediyorsunuz bilmiyorum ama şu masanın ucunda oturan çocuğu da dahil etmelisiniz.. Bombalar ve silahlar onların uzmanlık alanı çünkü..

Lord Royal, şarap kadehini kaldırmış camından etrafa bakan Lord Rothschild ‘i işaret ediyordu. Nazir Ahmet önce Rothschild’e ardından Lord Harrison’a baktı. Lord Royal’ in söylediklerine bir anlam veremedi.




Lord Harrison devreye girdi:

-Lord Ahmed beni tanıyorsunuz değil mi?

Nazir Ahmed cevap verdi:

-Evet sayın Lordum

Lord Harrison:

-Nasıl bir gücü yönettiğimin de farkındasınızdır herhalde?

Nazir Ahmed neyi kast ettiğini biliyordu. Dünyadaki elit bağlantılardan, devlet başkanı ve liderler gözünün önüne geldi:

-Elbette sayın Lord, farkındayım.

Lord Harrison Nazir Ahmed’e yaklaşıp neredeyse fısıldadı:

-62 yıllık ömrümde bir kez bile kendim karar vermedim. Şu masanın ucunda oturan genç adamın babasının adeta bir köpeğiyim..

Nazir Ahmed normal şartlarda köpek tabirini garipseyebilirdi ama daha önemli olan Lord Harrison’un kendi kararlarını kendi veremiyor oluşuydu.
Lord Harison devam etti:

-Dünyada savaşları çıkartanlarla barışı getirenler.. ve bu ikisi arasında her iki tarafa da silah verenler aynı kişiler sayın Lord. Bandar Abbas’tan kalkan Rus gemisini kaldıranlar, Egangelos Florakis deniz üssünü patlatanlar, bu kez Saint Vincent’ten kalkıp Suriye’ye 60 ton mühimmat boşaltanlar, Suriye’ye giden bombaları durduranlar ve Türkiye’de patlatanlar.. aslında aynı kişiler sayın Lord. Şu saygısız anglosakson genç adamın ailesi ve diğerleri..

Nazir Ahmed irkildi..

-Hayır.. inanmıyorum sayın Lord. Bence burda hepiniz içkiyi biraz fazla kaçırmış olabilirsiniz.. dedi. 

Masadan kalkmaya yeltendi. O sırada bahise koyduğu köstekli altın saatini almak için tekrar geri döndü. Tam almak üzereyken Lord Harrison elini saatin üzerine koydu. Yüzünde üzgün bir ifade vardı:

-Üzgünüm sayın Lord. Az önce Victor’u duydunuz..

Lord Ahmed öfkeden patlayacak gibiydi.

-Ama hile yaptınız! Oyunu bitirdiniz!

Lord Rothschild şarap kadehini bırakıp ayağa kalktı ve Lord Harrison’un elinin altından saati çıkarıp cebine attı. Sonra Nazir Ahmed’e gülümsedi:

-Dediğim gibi sayın Lord! Müslümanların kazanmasına izin vermeyeceğim!


5 Ocak 2014 Pazar

Bel'âm İbn Bâura


Akşam güneşi Bal’â köyünde batarken, günün son ışıkları tozlu sokağın hemen başını aydınlatıyordu. Oradan oraya koşuşturan çocuklar, sokağı iyiden iyi toza bulamıştı. Kızıl güneş ışınları, etraftaki evlerin ve sütunların gölgeleriyle yerde geometrik bir şekil oluşturmuştu.

Adeta güneşin kızıllığındaki bir ok, yaşlı adamın dikkatini çekti. Evine dönmesi gerekiyordu ama yerdeki ok şeklindeki güneş ışığına baktı. Olabilir miydi? Acaba bir güç, onu evine değil; çocukların koşuşturduğu sokağa mı çekiyordu? Acaba aradığı ilahi işaret bu muydu? ‘’Yardım et Allah ‘ım’’ diyerek, tozlu sokağa dalıverdi. Biraz ilerleyince gün ışığının aydınlattığı son adımını da geride bırakmış oldu. Tozlu sokakta köyün bütün çocukları koşuşturuyor, gülüşüyor ve bağırışıyorlardı. Birşeyler buldukları açıktı. Biraz daha yaklaşınca yerde bir köpek gördü. Çocuklar zavallı köpeği öldüresiye dövüyolardı. Yaşça küçük olanlar bile köpeğin üzerine işiyorlardı. Köpek ise kuyruğunu kıstırmış, kendisine saldıran çocuklardan sıyrılmaya çalışıyordu.

Yaşlı adam dayanamadı:
-Yeter! diye haykırdı..

Ses o kadar güçlü çıktı ki, bağırdığı yönde toz dağılıp bir koridor oluşturdu. Bunu gören çocuklar önce donakaldılar. Sonra korkudan ağlayarak kaçmaya başladılar.

Yaşlı adamın kendisi de şaşırmıştı:
‘’Yine oluyor!.. Bu normal değil.. Bu.. Bu.. çok...’’

O sırada köpek de usulca kurtarıcısının ayağının dibine oturdu. Birkaç yıl önce olsa, az önceki olanlar onu çok şaşırtabilirdi. Ama son bir kaç yıldır öyle harikalar yaşamaya başlamıştı ki, bu tür olağandışı şeylerin Allah’ ın bir lütfu olduğuna inanmaya başlamıştı. Bir keresinde kendisine ölümcül hasta bir çocuk getirmişlerdi. Kitaplardan öğrendiği duaları okuduğunda çocuk ayağa kalkıverdi. Öylece, hiç hasta olmamış gibi sevinçten oynamaya başladı. Bir başka seferinde de gökyüzünün tamamını kaplayan nurdan bir kanatlı varlık görmüştü. O kadar güzel ve ihtişamlıydı ki, gördüğü şeyin bir melek olduğuna kanaat getirdi. Bu defa etrafında çeşitli ‘’işaretler’’ dediği şeyler görmeye başladı. Kimi zaman bir kelebeği takip ediyor, kimi zaman bir rüzgara kapılıp uzak diyarlara gidiyordu. Gittiği her yerde ona ihtiyacı olan birileri oluyordu ve bu kişiler duasından sonra dertlerine deva buluveriyordu.

‘’Hz.İbrahim ‘e verilen mucizeler.. acaba bunlar gibi miydi?’’ diye düşündü. O sırada yaralı köpeğe eğilip haline baktı. Köpeğin dili neredeyse kökünden dışarı çıkmış gibiydi. Köpek zor soluk alıyor gibiydi. Kucağına alıp evin yolunu tuttu.

***



Yüksek kulelerin yükseldiği Kenan diyarında, ‘’Şah’’ bütün kudretiyle sarayındaki tahtında oturuyordu. 3 metrelik bu dev adam, görenlerin yüreğine korku salmasıyla ünlüydü. O kadar güçlü görünüyordu ki, girdiği bir çok savaşı tek kılıç savurmadan kazanıyordu. Düşmanın kalplerini titretiyor, dünyada yaşayan en güçlü kavmin lideri olduğu için böbürleniyordu.

Kumandan taht odasına destursuz girdi. Şah yerinden kalkacak gibi oldu..
-Bu ne cüret!

Kumandan nefes nefese kalmıştı. O da tıpkı Şah gibi bir devdi.
-Şahım.. Sevgili kardeşim.. Beni bağışlayın.. Korktuğumuz başımıza geldi.

Şah bu kez tahtından ayağa kalktı. Görkemli vücudunu altın zinciler ve ipek şallar kaplıyordu. Bir kaç adım yaklaşıp kumandana haykırdı:
-Ne diyorsun sen kumandan?! Biz Cebbarlarız! Herkes bizden korkarken, biz kimden korkacağız?

Kumandan yerden gözlerini kaldırmadı:
-Şahım. Firavun ’un köleleri! Savaşçılarımız bir casus tespit etti. Onu kovalamaya başlayınca, 12 atlı güneye doğru kaçmaya başladı. Onları elimizden kaçırdık!

Şah devasa elleriyle kumandanın yakasına yapıştı:
-Eee? Ne var bunda?!

Kumandan:
-Şahım.. Bunlar küçük adamlar.. Bizim gibilerden korkarlar.. Savaşçılarımızı da gördükten sonra kimsenin bize saldıracağını sanmıyorduk!

Şah bu defa yakasından tuttuğu kumandanı havaya kaldırdı:
-Ne demek sanmıyorduk?!

Kumandan mahçup bir ifadeyle:
-Şahım.. 12 atlıyı elimizden kaçırdık. Onlarsa binlerce kişiyle geri dönmüş! Şehre gelmelerine bi kaç gün var!

Şah Kumandanı yere bıraktı. Arkasını dönüp tahtının bir ucuna dokundu:
-Bunlar küçük adamlar.. ve bizi fethe mi geliyorlar? Hangi cüretle? Nasıl?

Kumandan üstünü başını düzeltip devam etti:
-Şahım.. Başlarında Firavun ’un lanetli oğlu var! Musa kendisinin peygamber olduğunu söylüyor! Mucizeler gösterirmiş..

Şah:
-Mucize mi? Nasıl?

Kumandan:
-Gökten ateş yağdırmış.. Kızıldeniz ‘i tek bir harekette ikiye yarmış kavmini karşı kıyıya selametle geçirmiş!
Şah duyduklarına inanamadı. Bu söylentiler dilden dile gelmişti ama hep bir efsane, bir masal olarak düşünmüştü. Bir gün gerçek olacağını hiç düşünmemişti. Bulundukları şehir, İsrailoğullarına göre ‘’vaad edilmiş topraklar’’dı. Onların bu firavun ordusunu yenip, mucizeler gösteren peygamberle bir gün çıkageleceği hiç aklının ucuna gelmemişti. Devler ülkesinin şahının ilk defa kalbi korkudan ürperdi.

Kumandana dönüp:
-Ne yapacağız kumandan? Onlarla savaşmak? Yapabilir miyiz?

Kumandan rahatlamıştı.
-Şahım.. Bu adam büyücüyse.. bizim de bir büyücü bulmamız gerek.

Şah:
-Kim? Kim Musa’ ya meydan okuyacak?

Kumandan:
-El-belkâ ‘da yaşlı bir adam varmış diyorlar. Bir duasıyla olmayacak oluveriyormuş. İsm-i azam diye bir dua okuduğunda hastalar şifa buluyor, dertliler deva buluyormuş. Ona söyleyelim, dua okusun da Musa ve ordusu kahrolsun!

Şah:
-Yapabilir mi?

Kumandan:
- Bu adam da tıpkı Musa gibi İbrahimi.. yani yapabilir mi değil Şahım.. asıl soru yapmak ister mi..

***


Yaşlı adam köpeğin yaralarını sarmış, önüne su ve yemeğini koymuştu ama köpeğin dili bir türlü içeri girmiyordu. Köpek solumaktan önündekileri yiyemiyordu. Yaşlı adam zavallı köpeğin başını sevmeye başladı. O sırada köpeğin gözbebeklerinin büyüdüğünü gördü. Kendi gözleri de köpeğinkilerle birleşmişti adeta. Yine oluyordu.. Köpekle arasında bir bağ oluştuğunu hissetti. Köpek de solumayı kesmiş kurtarıcısına bakıyordu öylece.. Yaşlı adam kalbinin derinliklerinden sesler duymaya başladı. Artık iyice korkmaya başlamıştı. Sesler giderek yakınlaşmaya başladı. Kafasında yankılanan sesleri durdurmak için elini çekmek istedi ama başaramadı. O anda inanılmaz bir şey gerçekleşti ve köpek dile geldi:
-Ey merhametli Bel’am.. beni kurtardığın için teşekkür ederim. Ama bana yardım edemezsin. Kimse bana yardım edemez. Allah ‘ın ‘’tuzak kuranların en hayırlısıdır’’

O sırada içeriye yaşlı adamın eşi girdi. Elinde bir su matarası vardı. Kocasının halini görünce onu yere atıp yanına koştu:
-Bel’am! İyi misin sen?

Bağlantı bir anda kopuverdi. Köpek eskisi gibi soluyor ve inliyordu. Bel’am ‘ın eli bu kez havada kalmıştı. Korkudan donan gözlerini karısına çevirdi:
-Bilmiyorum ey karıcığım! Yine oldu! Köpek dile geldi az önce! Allah’ tan bahsetti!

Karısı kocasının olağanüstü olaylarına hep tanık olmuştu ama bu kez farklıydı:
-Ey Bel’am! Şimdiye kadar anlatılan peygamberlik hikayeleri de bunlar gibi. Sakın sen Allah ‘ın elçisi olmayasın?

Bel’am başını ellerinin arasına aldı:
-Yok.. Öyle birşey değil.. Hem onlara Cibril gelmişti. Bu ise bir köpek! Böyle düşünemeyiz. Bu bir imtahan! Ama anlamlandıramadığım bir imtihan!

Karısı kocasının sırtına elini koyup onu rahatlatmaya çalıştı:
-Sevgili kocacığım, eşim.. Herkes için dua ettin. Neden kendin için de dua etmiyorsun?

Bel’am şaşırmıştı:
-Ne için?

Karısı devam etti:
-3 yıldır böyle harikalar yaşıyoruz.. eğer peygambersen, kavmine tebliğ etmen gerekecek. Ama değilsen de bunları anlaman gerek.

Bel’am kendisine peygamberliği yakıştıramamıştı. Bir anda gökyüzünde gördüğü kanatlı meleği hatırladı. Şehrin dışındaki Husban dağına doğru uçuyordu. Bu bir işaret olabilir miydi?

-Ya Rabbi! Bir işaret gönder! diye inleyip ağlamaya başladı.

Karısı da onun üzerine eğilip ağladı. Köpek usulca dışarı doğru hareketlendi. Kapının eşiğini atlayıp bahçeye çıktığında yukarıya doğru baktı. Hıçkırıkların yükseldiği evin tepesinde ışıktan bir varlık duruyordu.

***



Şah köye girdiğinde bütün köy halkı evlerine kaçmaya başladılar. 10 kişilik bu dev ordusu doğruca yaşlı alimin evine gidiyorlardı. Bellerindeki kılıçlar o kadar uzundu ki, değil insanı, adeta develeri ikiye bölmek için üretilmişti sanki.

Büyük bir gümbürtüyle koşturan grup Bel’am ‘ın evinin önünde durdu. O zamana kadar devler arasında görünmeyen küçük bir adam çıkıp:
-İşte burası! dedi.. Benim kör gözlerimi duasıyla açan bu adamdır!

Kumandan küçük adama doğru konuştu:
-Ne duası demiştin?

Adam:
-İsm-i azam..

Kumandan elini havada savurup adamın gitmesini emretti. Devlerin bacakları arasından sıyrılan adam arkasına bakmadan gözden kayboldu.

Kumandan miğferini ve kılıcını yanındaki devlere bıraktı. Eve yaklaşıp bahçeden bağırdı:
-Ey Bel’am! Dışarı gel! Konuşmalıyız!

Bel’am dışarı baktığında Kenan’ ın devlerini görünce çok şaşırdı. Söylediklerinden daha büyük görünüyorlardı. Karısı gitme dediyse de çıkmak zorunda hissetti kendisini.. Belki de Allah ‘tan beklediği işaret bu devlerde gizli olabilirdi.

Dışarı çıkıp adamlara ne istediklerini sordu. Kumandan Musa ve kavminden, çıkacak savaştan bahsetti. Bel’am Musa’ yı duymuştu ama hakkında pek bir bilgisi yoktu.
-Peki benden ne istiyorsunuz? dedi Bel’am.

Kumandan:
-Birşey değil.. sadece dua etmeni.. bizim için dua edip, Musa ‘ya lanet okuyacaksın.. ki biz galip gelelim.

Bel’am:
-Neden yapacakmışım bunu?

Kumandan yumuşak bir şekilde konuşuyordu:
-Ey Bel’am! Dualarının kabul olduğunu işittik. Bizler senin komşularınız. Bizim galip gelmemizi mi istersin? Yoksa İsrailoğullarının mı? Elbette sana daha önce zararı dokunmamış olanların olsun istemez misin?

Bel’am karşısındaki deve yaklaşmadan uzaktan sesleniyordu:
-Sizler Allah’ ın lanetini alan Ad kavminin kalıntılarısınız! 3 adam boyundasınız.. Bir köle ordusundan mı korkuyorsunuz?

Kumandan sinirlendi ama belli etmedi:
-Yanlış anlama ey Bel’am. Duanın karşılığını getirdik.

İki dev elindeki devasa sandığı evin bahçesine bıraktı. İçi altın ve mücevher doluydu. O ana kadar olanları pencereden izleyen karısı da bahçeye kocasının yanına koştu.

Kumandan gülümsedi:
-Ey Bel’am! Senin için hiç bir külfeti yok. Dua edersen bu sandık sizin olur. Ömrünün sonuna kadar rahat yaşarsın!

Bel’am karşısında gördüğü hazineye bakakaldı. Karısı arkadan kolunu tutmaya başladı. Belli ki onun da gözleri bu parıldayan mücevher sandığındaydı.

Bel’am:
-Düşünmem gerek.. Bana bir gün izin verin.. dedi.

Kumandan askerlerine işaret etti sandığı bahçeden kaldırdılar. Kumandan gülümsedi:
-Yarın geleceğim ey bilge kişi. İyi haberlerini bekleyeceğim.

Devler ağır adımlarla uzaklaşırken, karısı ve Bel’am bir süre bahçede kalakaldılar. Neden sonra Bel’am dönüp arkasına baktı. Uzaklaşan sandığı seyreden karısının arkasındaki yaralı köpek, yavaşça dilini içeri soktu.

***



Kızıldeniz büyük bir gürültüyle ikiye ayrıldı. Bel’am bulutların üzerinden Musa ve kavminin karşıya geçişini izliyordu. Firavun arkasından Kızıldeniz’ e inince sular birleşti ve onu yuttu. Kavmin yürüyüşünü izledi. Bu cefalı yürüyüşten sonra Musa bir dağa çıktı. Kavmi onun Allah’a gittiğini söylüyorlardı. Bel’am bu kez kavminin arasında buldu kendini. Zaman ve mekan sürekli olarak yer değiştiriyor, bilinmeyen kapıları aralayıp ona görmediklerini gösteriyordu. 12 atlının Kenan’a girişlerini izledi. Musa onlara ‘’sessizlik’’ yemini ettirmişti. Ama geri dönenlerden 10’ u herkese Kenan’daki devlerden ve onların azametinden bahsetti. ‘’Onlarla savaşmak imkansız!’’ diyorlardı. Musa’ ya söz veren ikisi kavmine ‘’Allah buyurdu! Neden savaşmayacaksınız?’’ diye soruyordu. Bel’am bu kez bir kuşun üstündeydi. ‘’Ey Musa! Sen ve rabbin savaşın! Biz buradayız!’’ diyen sesleri işitti. Gökyüzünde Kenan devlerinden korkup savaşmayan kavmin Tih çölündeki 40 yılını seyretti. Bel’am bu kez bir taş parçasıydı. Üzerine basılan ayaklara karşılık, Musa ‘nın kalbindeki hüznü hissediyordu. Musa ve müminler toplanıp geliyorlardı. Atlarının nal seslerini, Kenan devlerinin korkudan çırpınan kalp atakları bastırıyordu. Bir süre önce gördüğü, gökyüzündeki meleklerden sayısızca orduya katılmıştı. ‘’Yeryüzünde bu orduyu yenebilecek hiçbir şey yok!’’ diye düşündü.. Bel’am bu defa kılıçtı ve yavaşça kınına girdi.

Rüyadan uyanan Bel’am ter içinde kalmıştı. Bir süredir kendisinde gördüğü olağanüstülüklerin ilk defa bir yararı olmuştu. Kenan devlerine vereceği cevap hazırdı. Kafasını yastığa tekrar koyduğunda kararı kesindi.
Gün ışıdığında bahçeden Kumandan’ ın sesi duyuldu:
-Ey bilge kişi! Ey derdimize deva Bel’am! Söyle cevabın nedir? Komşuların senden yardım bekliyor.

Bel’am yavaş adımlarla dışarı çıkıp herkesin duyabileceği şekilde haykırdı:
- Yanlarında melekler bulunan bir peygambere ve ona inanan müminlere beddua edemem! Helak olurum!

Kumandan bu cevabı beklemiyordu. Askerleri arasında homurdanmalar oldu. Arkadan ihtişamlı bir dev daha çıkageldi.
-Selam ey bilge kişi! Ben Şah! Sana emrediyorum! Bize yardım et! Yoksa karını öldüreceğim!

Bel’am dönüp karısına baktı. O da kapının eşiğinde ona bakıyordu. Bu devler bir insanı kolaylıkla öldürebilirdi. Ama Allah’ ın peygamberine nasıl karşı gelecekti?

Şah bahçeye birkaç adım attı. Kılıcını kaldırıp karısını işaret etti:
-Ya ben onu alacağım!

Sonra da sandığı gösterdi:
-Ya da sen onu alacaksın!

Bel’am yumruklarını sıktı. Tam bağıracakken karısı arkasından omzunu yakaladı:
-Eğer dediklerini yapmazsan beni bir daha görmeyeceksin Bel’am! Ama yaparsan zengin olacağız! Hem bir dua sana ne eksiltecek? Aksine kazanacaksın!

Bel’am karısının sözlerine inanamadı. Bu defa karısının hayatı ile bu hikayedeki rolü arasında kaldı. O an içine bir şüphe tohumu düştü ‘’ya gördüklerin birer hayalse Bel’am?’’ Olduğu yere çöktü.. Bir süre düşündükten sonra fısıldar gibi konuştu:
-Tamam dua edeceğim.. Musa Allah’a yakarmak için dağa çıkmış. Biz de Husban dağına çıkacağız. Orada dua edeceğim.. dedi.

Şah ve kumandan birbirlerine bakıp gülümsedi. Askerler devasa sandığı bahçeye döktü. Altın ve mücevherler sabah güneşiyle parıldıyordu. Karısı hemen koşup altınları elbiselerinin arasına doldurmaya başladı. Kenan devleri birbirleriyle konuşurlarken, karısı ganimeti can havliyle toplamaya girişmişti. Bel’am birşeylerin göğsünden tutup gittiğini hissetti. Arkasını dönüp yaralı köpeğe baktığında yine aynı koridora girdiğini hissetti.

Köpeğin gözleri de ona bakıyordu. Köpek yine dile geldi: ‘’Helak olacaksın Bel’am!’’

***



Şah ve beraberindekiler önde eşeği ile dağın yamacından çıkan Bel’am ‘ı takip ediyorlardı. Husban dağının çorak topraklarını ezen devler, kendi aralarında bu adamın ne tür kerametler gösterdiğini konuşuyorlardı. Eğer kendilerine dua eder, Musa ve kavmine beddua ederse yine duası kabul olacak ve savaşı kazanacaklardı.

Bel’am eşeğin üzerinde giderken gökteki meleği, kızıldenizi, altınları gözünün önüne getirdi. Nedense altınların gökteki melek kadar parlamadığını o an farketti. Sonra bir anda yere yuvarlandı. Üzerinde gittiği eşek yere çökmüştü. Bel’am arkasından gelen kafileye baktı. Acaba düştüğünü görmüşler miydi? Her duası kabul olunan adam olarak bu devlerin kafalarında farklı bir imajı vardı. Eşekten düşmüş görüntüsü buna zarar verebilirdi. Hemen toparlanıp eşeği kaldırmaya çalıştı. Fakat eşek inat etti. Bel’am dayanamadı orada bulduğu bir değnek ile eşeğe vurmaya başladı. Devler yaklaştıkça bu basit sorunun onlar tarafından nasıl karşılanacağı endişesi de artıyordu. Daha hızlı vurmaya başladı hayvana.. Nihayet hayvan tekrar kalktı. Bel’am eşeğe yerleşip tırmanışa devam etti. Bir süre sonra eşek tekrar yere çöktü. Bel’am bu defa temkinliydi. Ani bir hamleyle eşekten düşmeden yere atladı. Bu defa eşeği hiç kaldırmaya çalışmadı. Değneği çıkarıp tekrar dövmeye başladı. Eşek neden sonra ayağa kalkabildi. Bel’am durumun garipliğine anlam aramak istemedi. Sadece bir an önce bu iş olup bitsin istedi. Dağın dik yamaçlarına yaklaştığında eşek yeniden yere çöktü. Bu kez Bel’am değneği çıkarıp tüm hıncıyla eşeği dövmeye niyetlendi. Tam o sırada eşeğin gözlerine takılı kaldı gözleri. Şeffaf bir koridor eşek ile arasında bir bağ kuruyordu. Eşek dile geldi:
-Ya Bel’am! Kime gidiyorsun? Allah ‘ın peygambere karşı mı geleceksin? dedi.

Bel’am artık ne yaptığını bilemiyordu. Eşeği dövmeye başladı. O kadar çok dövdü ki eşek oracıkta ölüverdi. Devler arkadan Bel’am ‘ı yakalamıştı. Ne olduğunu sormak istemediler.. Onlar da bir an önce şu duanın kabul edilmesini bekliyorlardı.

Bel’am devlerin kendisini göreceği bir kayanın üzerine çıkıp ellerini semaya açtı. Yapacağı şey çok basitti. İsm-i azamı dile getirecek ve devlerin düşmanı galebe çalmasını isteyecekti. Devler Bel’am’ı dikkatle izliyorlardı. Bel’am yaratana yalvardı:
-Ya Rab! Sen bu Kenan devlerine galibiyet gösterme! Kulun ve elçin olan Musa ‘yı ve kavmini muzaffer eyle!

Kenan devleri gözlerini açmışlardı. Kumandan elini kılıcına götürdü. Şah çoktan ani bir hamleyle Bel’am ‘ı yakalamıştı. Şahın sinirden ağzından köpükler çıkıyordu.
-Ne yapıyorsun be adam?! Bizim aleyhimize, Musa ‘nın lehine dua ediyorsun!!!

Devler şaşırmıştı ama onlardan daha çok şaşıran birisi daha vardı: Bel’am. Elini ağzına götürüp az önce olanları anlamaya çalıştı. Böyle olmaması gerekiyordu. Devlerin galip gelmesini isteyecekken ağzından tam tersi çıkıvermişti..

Kendisini yakalayan dev ellere aldırmıyordu:
-Bunları ben söylemiyorum, Allah söyletti bana!! Dil benim değil!! dedi..

O sırada Şah elindeki yaşlı adamı iğrenç birşey tutmuş gibi yere fırlattı. Şah gördüklerine inanamıyordu. Bel’am ‘ın dili uzayıp çenesinden sarkmış göğsüne değiyordu. Bel’am konuşamıyordu. Sadece soluk alıp veriyordu. Bu halini görünce aklına yaralı köpeği geldi.

İçinden ‘’ne dünyalığım kaldı ne ahretliğim..’’ diyerek içindeki var olan herşeyi kaybettiğini hissetti. İsm-i azamı hatırlayamadı. Hiçbirşey hatırlayamadı. Konuşamıyordu. Dili göğsünün üzerine sarkmıştı.
Şah kılıcını çıkarıp Bel’am’a doğrulttu:
-Madem işime yaramayacaksın, önce seni sonra da karını öldüreceğim! diye haykırdı.

Bel’am için herşey bitmişti. Bir anda heybesine yönelip bir deri parçası çıkardı. Üzerine birşeyler yazmaya başladı. Şah kılıcını kaldırmış öylece bekledi. Bel’am kağıdı Şah’ a uzattı. Şah okudu:
-Musa’ nın ordusunu dünyada hiçbir güç yenemez! Ama bir tuzak kurabiliriz. Böylece ordu dağılır ve siz kurtulursunuz. Yapacağınız tek şey güzel kadınları allayıp pullayıp karşı orduya göndermek.
Şah plana güvenmese de elinde başka bişey yoktu:

-Pekala köpek gibi soluyan adam! Bu tuzak işe yararsa sağ kalacaksın, yoksa ölümün kılıcımdan olacak! dedi.

Bel’am büyük bir dereceyi kaybettiğinin ve şeytanın pençesinde olduğunun farkındaydı. Bu tuzağa nasıl düşmüştü? Koca bir sandık dolusu altın onu kandırmamıştı ama karısının ölümünün ihtimali bile onu bu tuzağa düşürmüştü. Tepesinde Şah’ ın kılıcı parıldarken içinde büyüyen bir karanlık hissetmişti. Bu defa onun dediğini yapacaktı. ‘’Madem ki ben kadın için bu yoldan saptım, Musa’ nın kavmi de sapacak!’’ demişti.

***

Şah, Bel’am’ın dediğini yaptı. Musa kavmini uyarmasına rağmen ordudan bu kadınlarla ilişkiye girenler oldu. Bir anda korkunç bir salgın başgöstermeye başladı. Ordunun hemen hemen tamamı bu salgında öldüler. Musa bu salgından sonra ordusunu geri çekmek zorunda kaldı.

Şah bu durumdan çok memnun oldu. Dili dışarda köpek gibi soluyan Bel’am’ ı serbest bıraktı. Bel’am bu defa şeytanın fitnesine tutulmuştu. Allah’ a karşı kin ve nefretle doldu. Evine gittiğinde köpeği dışarda sokaktaki çocuklarla oynarken buldu. Yakalayıp gözlerine bakmaya çalıştı. Ancak çocuklar dili göğsüne kadar sarkan ve köpek gibi soluyan adamı gördüklerinde gülmeye başladılar. Bel’am çocuklara aldırmadı. O koridorun oluşmasını bekledi. Ama olmadı.. Köpek Bel’am’ a bakıyor ama eskisi gibi tepki vermiyordu. Köpek ağzını kapatmış masum gözlerle bakarken, dili dışarda Bel’am kendisinin ondan daha köpek olduğunu düşündü.

***
"Onlara, kendisine âyetlerimizi sunduğumuz o adamın kıssasını da anlat; âyetlerden sıyrılıp çıktı, derken onu şeytan arkasına taktı, en sonunda da helak olanlardan oldu.Ve eğer dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, fakat o alçaklığa saplandı kaldı ve kendi keyfinin ardına düştü. Artık onun ibret verici hali o köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur. İşte bu, âyetlerimizi inkâr eden kavmin misalidir. Bu kıssayı iyice anlat, belki biraz düşünürler."
Araf 175-176
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan