RESIM PAYLASIMI
Mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nı okudunuz mu? Yakın tarihin esrarengiz cinayetlerinin ardındakiler ve inanılmaz zihin kontrol teknikleri.. Hepsi ve daha fazlası gerilim ve gizem dolu mini blog hikaye ''Dörtlü Kaos Mimarları''nda..

16 Şubat 2014 Pazar

Enstitü 2 - Misyon


Joseph Angus Cannon veya bilinen adıyla ‘’Joe’’ Kuzey Teksas Üniversitesi ‘nde salonu dolduran 70 kişilik Türk polisine son konuşmasını yapıyordu. TIPS, yani Turkish Institute for Police Studies programında Eğitimlerini tamamlamış olanlar, dünyanın çeşitli yerlerinde ‘’misyon’’ adı verilen görevlere gönderildikten sonra, asıl görev yapacakları yerlere gönderiliyorlardı. Şimdiye kadar misyon görevinden başarıyla ayrılan en fazla 6-7 kişiydi. Türklerin garip bir şekilde milliyetçi ve dini duyguları çok ağırdı. Üzerinde ne kadar işlem yapılmış olursa olsun, bir zaman sonra açığa çıkıyor ve görevi başarısızlıkla sonuçlandırıyordu.

 


Şimdi salonu dolduran 70 polis arasında da en fazla 2-3 başarı sağlayabileceğini biliyordu. Ancak Graham Fuller’in emri kesindi. ‘’1 kişi bile 1000 kişiyi etkiler Mr.Cannon!’’ demişti. Önündeki dosyada da sadece 2 isim tavsiye diliyordu. Tavsiye eden kişi Başkan ‘ın sözcüsü, CIA ‘nın ortadoğu uzmanı Michael Rubin ‘di. Enstitüden mezun olduktan sonra polisler, misyon görevlerine Rubin ‘in yönlendirmeleriyle çıkarlardı. Elbette bu polislerin amerikan eğitim sistemine gönül verdikleri söylenemezdi. Hemen hemen hepsi Pensilvanya’dan tembihli idi. Joseph A.Cannon son konuşmasında bundan bahsetmek istedi:

-Biliyor musunuz baylar? Ben bir Mormon’um. Mormonluğu duymuş olanlarınız var mı bilemiyorum.. Zira hristiyan olmamıza rağmen, hristiyan dünyasının dışladığı bir grubuz. Peygamber Joseph Smith Mormonluk kitabını oluşturduğunda, bilinen hristiyanlık dünyası bizi dışlamıştı. Biz de İsa Mesih’e inanıyoruz oysa.. Ancak onlar gibi anlamıyoruz sadece.. Bize göre teslis inancı tamamen yanlış yorumlanıyor. İsa Mesih geleneksel hristiyanlıkta, Baba Tanrı’nın ruhani oğludur. Dolayısıyla tanrısallık atfederler. Biz ise İsa Mesih’in, hem ruhani hem de biyolojik olarak Tanrı Baba’nın oğlu olduğunu görüyoruz. Oysa temel hristiyan öğretileri sadece politeizm suçlamasından kurtulmak için inanç sisteminin ortasına oturtuyorlar İsa Mesih’i..

Polis öğrencilerden birisi el kaldırarak söz istedi. Cannon sevecen bir tavırla başıyla onayladı. Ayağa kalkan genç adam akıcı ingilizcesiyle konuşmaya başladı:

-Özür dilerim efendim. Yanlış bilmiyorsam, mormonluk ile temel hristiyanlık arasında fark bu kadarla sınırlı değil. Sizler trineteryan bir teolojiyi savunuyorsunuz. Ezelden beri yaratılmış ruhların gökte asılı durduğu ve bu ruhların bedenleşerek tanrısallaşma yolunda gelişim gösterdiğine inanıyorsunuz. Şu halde hristiyanlığı çok tanrılı olmakla suçlamanız garip değil mi?

Cannon bu Türk polisinin zekasına hayran kalmıştı.
-Öğrendiklerinizi benim üzerimde kullanmak istiyor gibisiniz bayım. Psikolojik eğitimlerinizi bir kenara bırakarak, soruyu gerçekten merak ettiğinizi varsayarak cevap vereceğim. Geleneksel hristiyanlıkta tanrı üç şahıstan oluşmuş tek bir tanrı varlıktır. Biz ise  Baba Tanrı, İsa ve Kutsal Ruhun tanrılıkta bir olan amaçta birleşmiş, ayrı varlıklar olduğunu savunuyoruz. Biz bunu baştan beri kabul ediyoruz ama geleneksel hristiyanlık bir çıkmaza sürükleniyor. İsa tanrı mı? Tanrının oğlu mu? Peygamber mi? Yoksa sadece bir insan mı?

Genç polis tekrar söze girdi:
-İncil’de birleşiyorsunuz ama değil mi?

Cannon hemen cevap verdi:
-Kitabı Mukaddes ’in, doğru tercüme edildiği sürece tanrı tarafından esinlenmiş olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bazı insan hatalarını ihtiva edebilir. Mormon kitabı, Paha Biçilmez İnci, Öğreti ve Antlaşmalar adlı manevi kitaplarımız bizim külliyatımızı oluştururlar.

Genç Polisin konuya meraklı olduğu her halinden belliydi. Tekrar el kaldırıp sorusunu sordu:
-Neden tercüme edilmiş onca incil dururken, kendi tercümenizi yazıyor ve bu külliyatınızı kutsal kitabınızdan daha önde görebiliyorsunuz? Neredeyse kutsal incil’e değil de, Mormon kitabına inanıyorsunuz.. Hristiyanlığın sizi dışlaması normal değil mi?

Cannon politika konusunda dersler veriyordu. Ancak bu konu onun uzmanlık alanıydı. Utah’taki Mormon cemaatinde önemli bir yere sahipti. Dedesi Joseph Gurney Cannon, bir politikacı, Cumhuriyetçi Parti lideri olduğu kadar, mormon cemaatinin de önderlerindendi. Bizzat vaftizini yapan kişi de oydu.

-Sorunuza soruyla karşılık vereceğim bayım. Sizce aynı hatayı mı yapıyoruz? Yoksa aynı doğruyu mu? diye sordu.

Genç Polis anlam verememişti. Arkadaşlarına baktı.

-Anlayamadım efendim, diyebildi.

Cannon gülümsemesini bozmadı:
-Sizin cemaatiniz de bir külliyat okuyor değil mi? Bu külliyatın kutsal kitabınız Kuran’ın tercümesi olduğunu söylüyorsunuz. Onu o kadar fazla okuyor ve okutuyorsunuz ki, neredeyse Kuran’a değil de külliyata iman ediyorsunuz diyeceğim.. Anlatabiliyor muyum? Joseph Smith’in kitabını okumak ile Said Nursi kitabını okumak arasında metod farkı yok gördüğünüz gibi.. Bugün size politika dersi anlatmak yerine, neden mormonluk hakkında bahsettiğimi anlamışsınızdır umarım. Bizler birbirimize çok benziyoruz aslında.. 
Cemaatlerimizin bir çok konuda paralel düşündüğü şu an burda birlikte eğitim alıyor olmamızdan da belli değil mi?

Polis öğrenciler birbirlerine bakıyor, kendi aralarında konuşuyorlardı. Joseph A.Cannon öğrencilerinin tamamına hitap etti:
-Pekala baylar.. Misyon görevleriniz için Bay Rubin’e yönlendirilmeden önce hazırladığınız tezlerden çok azınızın başarılı olduğunu söylemeliyim. Elbette bu bir kriter değil. Sizler buraya mezun olmaya geldiniz ve olacaksınız. Bu tezler, gelecekteki CV ‘niz için birer referans sadece. Önümdeki listede sadece 2 kişinin başarılı olduğu yazıyor. Mr.Uslu ve Mr.Aytac..

Polisler arasından iki kişi ayağa kalktı. Yan yana oturmuşlardı. Arkadaşları aniden alkışlamaya başlayınca, onlar da etrafındakilere gülümsemeye başladılar. Cannon alkışı eliyle durdurdu:

-Tebrik ederim baylar.. Mr.Uslu tez konunuzu bizimle paylaşmak ister misiniz?
Genç adam sakallı kısa boylu birisiydi. Her halinden utangaç birisi olduğu da açıktı.

-Şey efendim.. Pkk ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Güvenliği.. dedi.

Cannon diğerine döndü:
-Bay Aytac?

Bu genç daha kendinden emin görünüyordu:
-DHKP-C Terör Örgütü’nün Eleman Kazanma Yöntemleri.. dedi.

Cannon önündeki dosyayı kapattı ve çantasını toparladı ve şöyle dedi:

-Misyon görevlerinizde başarılar gençler.. Burada da başarılı olursanız, cemaatiniz adına en önemli görevlere verileceksiniz..

EDIT:


Enstitü 1 için tıklayın

Enstitü 3 için tıklayın

12 Şubat 2014 Çarşamba

Enstitü 1

Yusuf Ziya hoca oğlunu kucağına almış, kendisini dikkatle dinleyen üniversite öğrencilerine amfide Metod dersi veriyordu. Öğrenciler önceleri bu durumu garipsese de hocanın samimiyetinin akademik dünyada bir eşi daha yoktu. Zira anlattıklarını anlamayan oğluna dönüp ‘’sen de amma antika adamsın ha’’ diyerek amfidekileri kahkahalara boğmuştu. O sırada cep telefonuna bir mesaj geldi. Saatine baktı. Öğrencilerine ‘’hadi bakalım paydos’’ dedi. Kendisi de kalkıp çantasını toparlamaya koyuldu. O sırada öğrencileri çıkarken hocasına selam veriyor, Yusuf Ziya hoca ‘’hadilen atsineği!’’ veya ‘’yürü len öküz herif!’’ diyerek çocuklara takılıyordu.

ODTÜ üniversitesi o gün sıradan bir gün yaşıyordu. Yusuf Ziya hoca çocuğunun elinden tutmuş koridorda ilerledi. Bu avrupai çocukların ‘’muhafazakar’’ olarak bilinen bir sosyoloji hocasını sevmesi kağıt üzerinde zordu. Ancak Yusuf Ziya hoca bunu çoktan başarmıştı. Odasına geçtiğinde cep telefonundaki mesaj kutusunu açtı. Okuduğu zaman ensesinden bir ter damlasının kaydığını hissetti. Mesajı sil seçeneğine girdi. Silmeden önce bir kez daha göz gezdirdi. Ekranda ‘’merdiven hazır’’ yazıyordu. Mesajı siler silmez oğluna baktı. Kimbilir onu bir daha ne zaman görecekti..
***


Sağır oda olarak bilinen yerde 4 amerikalı görevli beşgen bir masa etrafında oturuyorlardı. Kendilerine çalışmaların bir an önce nihayete varması emredilmişti. Toplantıya başkanlık eden kişi ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Thomas A.Ferrell ‘dı. Ferrel etrafındakilerle 6 aylık bir çalışma yürütmüştü. Hepsi temsil ettikleri gruplar tarafından yönlendirilmişti. Sağında yine ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Goli Ameri, solunda ABD Dışişleri Bakanlığı Küresel Eğitim Programları Direktörü Paul Hiemstra ve tam karşısında yine aynı bakanlıktan ingilizce dili programları dairesi direktörü John Connerly vardı.

Ferrell beşgen masadaki son boş sandalyeyi göstererek sordu:
-Baylar? Son adamımızda emin miyiz?

Masadaki herkes olumlu manada kafalarını salladılar. Ancak mevkiidaşı Goli Ameri söze girmek için elini kaldırdı. Ferrell ‘’buyrun’’ diye kabul etti. Ameri burnunun ucuna kaymış gözlüklerini biraz yukarı kaldırıp muhattaplarına döndü:

-Baylar.. Adam Türkiye’de saygın bir üniversitenin sosyoloji bölümü başkanı.. Yeterli derecede ingilizcesi de var.. dedi

Dil Programları Dairesi direktörü Connerly başıyla onayladı. Ameri devam etti:
-Adam bu iş için biçilmiş kaftan.. Fullbright programına başkan yardımcısı yaptık tanrı aşkına! artık neyi tartışıyoruz ki? İsmi verelim gitsin!

Ferrel söze girdi:
-Bay Ameri.. Adamın CV’sindeki bir eksiklikten dolayı düşünüyor değiliz. Bizim görevimiz programla en iyi şekilde uyuşacak bir isim vermek. Ancak unutmayalım ki bu yüzyılı aşkın mazisi olan bir program. Öyle sıradan bir adamı getirip bu masada oturtamayız.

Connerly elini kaldırıp söz istedi:
-Adaylar arasından Chicago Üniversitesi’nden burs kazanan başka bir isim yok..

Ameri sordu:
-Yani? Ne alakası var?

Ferrel açıklama yapma gereği duydu:
-Chicago Üniversitesinin kurucusu John D.Rockefeller ‘dir.

Ameri sinirlenmeye başlamıştı:
-Tamam da bu bizim özgür bir karar vermemizi engellememeli..

Connerly:
-Dostum şu hayatta bazen senden büyük şeyler vardır. 20 yıl önce Rockefellerlar bir adama burs veriyorlarsa bu bir yatırımdır.

O ana kadar suskun bir şekilde bekleyen ABD Dışişleri Bakanlığı Küresel Eğitim Programları Direktörü Paul Hiemstra söze girdi:
-Yani demek istiyorsunuz ki biz burada kimi seçersek seçelim.. Büyük Graham Fuller kimi dilerse onu programa dahil edecek!

Ferrel:
-Baylar. Burada güç dengeleri mevcut. Hepimiz Amerikan topraklarındaki güç odaklarını temsil ediyoruz. Ortak kararımız hepimizin yararına olacaktır. Ben oyumu bu Türk’ten yana kullacağım.. İtirazı olan?

Ameri yutkundu ama masadakilerden ses çıkmadı. Ferrel önündeki kağıda birşeyler yazarken gülümsedi:
-Yusuf.. Yani Aziz Joseph.. İsa babamızın dünyevi babası.. Kabul edilmiştir!

***

Yusuf Ziya Hoca göreve geldiğinden bu yana Yüksek Üniversite Kurulu’nda sessiz bir günü geçmemişti. Geçen 1 yılda o samimi, sevecen tavrından eser kalmamıştı. Asabi bir idari amirden farksız gibiydi. İçeride kurumdaki muhalifler, dışarda gazeteciler ve her an haber beklediği Amerikalı dostlar.. Her gün kendisine ‘’ben bir akademisyenim, burada ne işim var?’’ diye soruyordu. Ancak cevabı bir yıl önce üniversite kampüsündeki odasında silmişti. Burası vaad edilen ‘’merdiven’’di..

Burası bir merdivendi. Basamakları teker teker çıkan kişi, sonunda idealine ulaşırdı. Merdiven’in hep bir vakıf veya bir siyasi örgüt olacağını düşünmüştü. Bu kuruma gelişi, acaba tesadüfen miydi? Yoksa planlı bir iş miydi? Ortağı olduğu istatistik firmasının Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde verdiği desteği düşünürse, planlı bir seçim olduğu açıktı. Ama hala kafasında soru işaretleri vardı.. Kendisine söylendiğine göre Cumhurbaşkanı kendilerinden değildi. Nasıl böyle bir atamaya izin verilmişti? Başörtüsü yönündeki paralel görüşten dolayı mıydı? Yoksa Cumhurbaşkanlığının üstünde bir karar mekanizması mı vardı?

Yusuf Ziya Hoca bunları düşünürken uçağı Washington’a iniş yapıyordu. Muhattapları onu karşılayacaktı. Kendisine eşlik eden heyetinin yanısıra, anadolu ajansı muhabirleri de uçaktaydı. Ziyaretin amacını; “Türkiye'de yeni açılan üniversitelerde ingilizce okutman sayısının artırılması, ABD üniversitelerinin Türkiye'de kampus açması, uzaktan eğitim ve Fullbright bursunun artırılması konuları üzerine görüşüleceği” şeklinde özetlemişti.

Uçaktan inip kendisini bekleyen arabasına bindi. Amerikalılar kendilerinden beklenmeyecek derecede kibar konuşuyorlardı. Yusuf Ziya Hoca merkezi başkentte bulunan Eğitim ve Kültür Bürosuna geçti. Kendilerini bekleyen 4 amerikalı ile tokalaşıp basına fotoğraf verdiler. Ardından ‘’güvenlik’’ nedeniyle sağır odaya geçileceğini söylediler. Yusuf Ziya Hoca sadece söylenenleri yapıyordu. Yürüyerek dijital kodlu bir kapıdan geçtiler. Ortada beşgen bir masa vardı. Her bir üye masada yerlerini aldı. Yusuf Ziya Hoca da boş koltuğa yerleşip tekrar selam verdi.

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Thomas A.Ferrell hocaya bakarak konuşmaya başladı:
-Size verilen dosyada programın ana hatları mevcut. Sormak istediğiniz noktalar varsa bizlerin size her konuda destek vereceğimizi bilmenizi isterim.

Hoca kendisine verilen 8 sayfalık gizli dosyayı incelemişti. Bahsedilen program ODTÜ ve Amerikan üniversitelerinde polis enstitüsü açılması ve üniversiteler arası koordine çalışmaktan ibaretti.

Hoca söze girdi:
-ODTÜ ‘de bir polis enstitüsü açılması teklifinizi rektör Ömer Bey’e götürdüm, kabul etti. Üniversitede ‘’Uluslararası Güvenlik ve İnsan Hakları Araştırma Merkezi’’mizi açacağız. Bunun için Emniyet Genel Müdürlüğü ile de gerekli anlaşmaları yaptık.

Beşgen masadaki amerikalılar akıcı ingilizcesiyle konuşan bu adamı sevmişlerdi. ABD Dışişleri Bakanlığı Küresel Eğitim Programları Direktörü Paul Hiemstra:
-Mükemmel.. Oldukça hızlısınız bayım. Ama amerika hep ilk yapandır, biz de Kuzey Teksas Üniversitesinde benzer bir enstitü kurduk. Sadece imzanızı bekliyor.. dedi.

Yusuf Ziya Hoca temkinliydi:
-Güzel. Yani anlaşılan o ki, polisimizi eğitim amacıyla Teksasa göndereceğiz. Ne öğrenmelerini amaçlıyoruz? dedi

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Goli Ameri’nin yüzü asıldı:
-Tanrıaşkına bayım.. Dosyada okuduğunuzu zannediyorduk..

Yusuf Ziya Hoca gülümsedi:
-Dosyada protestolara katılım,  kolluk kuvvetlerine yardım analizleri,  politik retorik, terörizmin sosyal boyutları gibi konular var ama.. ben başka birşey soruyorum: ne öğrenmelerini amaçlıyoruz?

Paul Hiemstra bu adamın zeki olduğunun farkındaydı:
-Saygıdeğer beyfendi.. elbette dosyada sadece bilinmesi gerekenleri yazdık. Siz bu ayrımı anlayabilecek derecede zeki birisisiniz. Akademik kariyeriniz ilham verici..

Yusuf Ziya Hoca gözlüğünü çıkarıp gözlerini ovuşturdu. Sohbetten sıkılmış bir hali vardı:
-Baylar.. ben övgülerle kandırılamayacak kadar da zeki biriyim. Şimdi lütfen birisi bana bu polislerin eğitim süreci boyunca alacağı derslerin neden kurumumca denetlenmeyeceğini, eğitmenlerin neden haberalma teşkilatınızla doğrudan bağlantılı olduğunu söyleyebilir mi?

İngilizce dili programları dairesi direktörü John Connerly ‘nin sesi yumuşaktı:
-Ulusal güvenliğe çok farklı açılımlar getirecek yeni bir grup yetiştirmeye çalışacağız. Hem akademik, hem uzmanlık alanı olan.. Böylece ülkeler arası güvenlik biliminin altyapısı yetişecek.. Buradan eğitim alan güvenlik mensupları terörle mücadelede üst kademelerde yer alacaklar..

Yusuf Ziya Hoca:
-Müfredata hakim değiliz. Bizim adamlarımızı bize karşı kullanmayacağınızı nerden bileceğiz?

Ferrell’in sabrı kalmamıştı:
-Bayım. Burası bir pazarlık masası değil. Graham Fuller’in emri altındayız. Siz de Pensilvanya ‘dan tembihlisiniz.. İşi yokuşa sürmek anlamsız..

Yusuf Ziya Hoca yutkundu. Bahsi geçen isimleri çok iyi tanıyordu. Şansını zorlamak istemedi:
-Müfredatı öğrenme hakkımı saklı tutarak, programa katılmayı kabul ediyorum. Sormak istediğim tek bir soru kaldı.. Bu gençlerin gelişi gidişi ve buradaki faaliyetlerini sağlamak için burs sağlanmalı..

Paul Hiemstra parmağını şıklattı:
-Tam adamını buldunuz bayım. O işi olmuş bilin. Utah Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi polisinizi bekliyor.

Yusuf Ziya Hoca tarihi bir kararın altına imza attığının farkındaydı. İşler ters gittiğinde bütün oklar kendisine doğru çevrilecekti.

Goli Ameri imzayı atan hocaya bir hediye paketi uzattı:
-Dostluğumuzun bir göstergesi olarak kabul edin. Nadir bir parçadır. Pipo kullandığızı duydum..

Hoca paketi açmadan çantasına bıraktı:

-Çok teşekkür ederim. Aslında bıraktım ama.. Yine de teşekkür ederim.

EDIT: 


Enstitü 2 için tıklayın

Enstitü 3 için tıklayın

1 Şubat 2014 Cumartesi

Twitter Savaşları: TT ' yi Yakalamak

Jack Dorsey 2006 yılında geliştirdiği mikrobloğun zamanla bir çılgınlığa dönüşeceğini tahmin edemezdi. Tıpkı akranı Mark Zuckerberg gibi, o da geliştirdiği yeni sosyal medya aracıyla genç yaşında zengin oldu. Dünya genelinde 215 milyonluk aktif kullanıcısıyla ve günlük 500 milyon atılan tweet sayısıyla sosyal medyanın amiral gemisi ünvanını Facebook’tan aldı, ya da almak üzere.

Türkçe ‘’cıvıldama’’ şeklinde tercüme edilebilecek ‘’tweeting’’ kullanıcının 140 karakterle sınırlı anlık bildirimlerini, takipçileriyle paylaşmasını amaçlıyordu. Akıllı telefonların cebimizden bizi yönetmesiyle hayatın vazgeçilmez tutkularından birine dönüştü. Artık dünyanın her yerindeki her kullanıcıya anlık olarak ulaşılabiliyor. Globalleşmenin geldiği bu nokta sizi de ürkütmüyor mu?
Twitter 2006 yılından bu yana gelişme gösterirken, onun kullanıcıları da beraberinde büyük gelişmeler gösterdi. # işaretiyle açılan başlıklar, bu devasa sohbet odasında, aynı konudan bahsedenleri tek bir çatı altında toplayabiliyordu. Adına ‘’hashtag’’ dedikleri bu sistem sayesinde kullanıcılar başına # koydukları hashtag’ i arattığında –hiç tanışmıyor olsanız bile- sizin tweetlerinize ulaşabiliyorlar. Hatta dünya üzerinde, hatta ayarlarını değiştirip ülkenizi seçerseniz, Türkiye’de en çok ne hakkında konuşulduğu üzerine bir fikir sahibi olabiliyorsunuz. Bunu da bir sayaç vasıtasıyla sayarak, en çok kullanılan hashtag ile Türkiye’nin gündemini takip edebiliyor veya yönetebiliyorsunuz. Yeterli sayıda hashtag ile tweetler atıldığında gündem, Trend Topic denilen en çok konuşulan konuların ard arda dizildiği bir listede yer alabiliyor.

Twitter, her ne kadar müthiş bir sosyal medya icadı gibi görünse de, aslında asıl icat işte bu yapının sınırlarını belirleyen hashtag’ler.. ‘’Kontrolsüz güç, güç değidir’’ reklamını hepimiz hatırlıyoruzdur.. Kullanıcıların nickname ile gizlenerek sohbete başladığı internet dünyası, kullanıcısına alabildiğince özgür bir alan bahşetti. İnsanlar her konuda, herkesi hedef alabilecek şekilde tweet atmaya başladılar. Bu çılgınlığın dizginlenmesi için, sosyal medya çobanlığına hashtag’ler yetişti. İlk icat edildiğinde ‘’canım sıkılıyor.. şu yüzden..’’ şeklinde duyguların ifade edilmesi için amaçlanan platform, hashtagler aracılığı ile yönlendirildi. Kullanıcıların duygularının ifadesinden çok, bir propaganda aracına dönüştü.

Bugün Türkiye’de milyonlarla ifade edilen twitter kullanıcısı var. Bu kullanıcılar, Türkiye gündeminde yer alan Trend Topic listesinden bir hashtag kullanarak, onun hakkındaki görüşünü ifade ederken, hashtag’inin TT listesinde yükselmesini de gururla seyrediyor. Günün sonunda tweet yarışları sona erdiğinde ‘’TT listesinde 1. olduk!!’’ diye zil takıp oynuyorlar...

Siyasetin gündemi yoğun olunca, twitter savaşları da sosyal medyada boy göstermeye başlıyor. Kullanıcılar o kadar gayret gösteriyorlar ki, sadece TT listesinde yükselebilmek için sabah-akşam hashtag’li tweetlerini gönderiyorlar. İlk örneği 2008 yılında Barack Obama’nın başkanlık yarışlarında yaşandı. Karşıt görüşler, TT listesini zorlayarak siyasi fikirlerini beyan ettiler. Obama da başkan seçildi..

Peki twitter’da TT listesine girmek neden bu kadar önemli? Bu sadace bir güç gösterisi mi? Yoksa sadece çoğunluk-azınlık mücadelesi mi? Aslında çok basit:  Bütün mesele toplumsal algıyı manipüle etmek! Bunun nasıl mümkün olduğuna dair size bir örnek vereyim:

İnsanlar, fıtratları gereği güçlü olana meyillidir. Örneğin kanallar arasında dolaşırken tanımadığınız iki futbol takımının mücadelesine rast geldiğinizi düşünün. Farklı renkler sahada kıyasıya mücadele ederken skor tabelası 5-0’ ı göstermektedir. Ev sahibi ekip ezici bir üstünlüğe sahiptir. Dakika 80 küsür.. Galip ekip ceza sahasına sağdan soldan ortalarla defansı zor durumda bırakıyor ve pozisyonlar üst üste gelişiyor.. 10 insandan 9’ u gelişen ataklarda 5 atan takımın 6.sını atmasını içten içe arzu eder. Halbuki mağlup takım için 5-0 zaten büyük bir utanç değil mi? İşte tam burada, kitlesel hipnoz aracı televizyonun etkisini gözlemleyebiliyoruz. İzleyici hiç tanımadığı iki takım olduğu halde, birisini desteklemeye başladı ve nedense o takım beynimizin bize ‘’yenilme ihtimali olmayan takım’’ olarak söylediği taraf..

Gücün çekim gücü vardır. Ak Partinin ilk girdiği seçimlerde rekor oy sonuçlarını ve bundan hemen önce televizyonların bizlere gösterdiği propagandaları hatırlayın. Zamanda geriye gitsek de, hükümet partisine ilk defa oy verecek seçmene ‘’neden oy vereceğini’’ sorsak, eminim alacağımız cevap ‘’zaten kazanacaklar’’ olurdu.. Çünkü toplumsal algı böyle yönetildi..

Twitter da kendi seçmenini yarattı. Siz hiç duymuyor olsanız bile,  Hashtag’lerle donatılmış seçmen askerler, Trend Topics meydanında her gün, amansız bir mücadele içindeler.. Her gün yinelenen bu savaş, beraberinde toplumsal algıyı da manipüle etmekte.. Çünkü iktidar yanlısı bir twitter kullanıcısı, hashtag’leri art arda göndermesine rağmen Trend Topics listesinde 2.sıraya düştüğünde bir umutsuzluğa kapılıyor. Pasif twitter kullanıcılarını da bu yönde etkileniyor haliyle..

Seçimleri belirleyen ana unsurun ‘’kararsızlar’’ olarak nitelendirilen, kemikleşmiş oy potansiyelinin dışında kalanlar olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte bu kitleyi yönlendirmek için kullanılan twitter, eşi bulunmaz bir propaganda aracına dönüşüyor. Siyasi partiler bu aracı görmezden gelmedi. Kendi teşkilatlarında ‘’sadece TT listesi için’’ görevlendirilmiş gruplar, sabahtan akşama kadar TT listesinde yukarıya çıkmak için mücadeleler veriyorlar..

Sadece siyasi de partiler değil. İllegal örgütler ve sempatizanları da bu mücadelede kendi birliklerini çoktan oluşturdular. Kaset komploları, ses kayıtları ve ihbarlarla bir yandan hitap ettikleri kitleyi büyütürken, bir yandan TT listesini de manipüle ediyorlar. İnternete düşen ses kaydında hoca efendiye ‘’hz.peygamber tweet sayısını ikiye katlayın demiş’’ diyen adamın zihnindeki temel düşünce de bu aslında.. İnternete düştüğü söylenen bütün kayıtlar da, aslında birkaç gün önceden buradan ilan ediliyor.

Hükümet-Cemaat geriliminde bazı twitter kullanıcıları kehanet denilebilecek öngörülerde bulundular. Aylar sonra bu öngörülerin, aslında birer istihbari bilgi olduğu anlaşıldı. Çünkü bu kullanıcılar, gerek cemaat, gerekse hükümet aleyhinde çıkacak kasetlerden herkesten önce haberdardılar. Bizlere ‘’yakında şu kişinin şu meseleden kasedi patlayacak’’ diyorlardı ve biz haftalar sonra internette servis edildiğine tanıklık ediyorduk. 

Peki twitter’da illegalite takip edilemez mi?

Mümkün, ancak zor. Twitter şirketi ve türkiye arasında bir anlaşma mevcut değil. Twitter ‘ın Türkiye ‘de ofisi de yok. Hukuki ihlal içerdiği düşünülen yazılardan ötürü ip adresi istenirse, bunu ancak sitenin San Fransisco ‘daki merkezinden alınması gerekiyor. Ancak twitter şirket kritlerleri gereği, çok zaruri durumlar olmadıkça kullanıcının ip adresini vermeyi reddediyor. Verse bile bu çok uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Genelde kullanıcı aleyhinde açılan davalar takipsizlikle sonuçlandığı için illegalite kapısı ardına kadar açık.
koddostu facebook koddostu google+ koddostu twitter
Paylaş
Uyarı
Blogda yazılan herşey gerçeklere dayalı kurgu teorilerdir. Telif hakkı içermez. Dilediğiniz gibi kopyalayabilir, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.

@nushirevan